Powered By Blogger

21 Haziran 2010 Pazartesi

eskimiş hikaye

hayatımda ilk kez çaresizliğin ne demek olduğunu gerçek anlamıyla yaşadım.
ne aşk acısına benziyordu, ne de boş bir sınav kağıdına. Çaresizlik, bir kadının yüzüne tek gecede oturmuş ince ve keskin çizgilerle birleşmiş kırışıklardı.. onyedi yıldır çektiği ızdırabın bir tek gecede yüzüne gem vurduğu bu kadındı çaresizlik... alelacele anlattıklarımın arasında güneş giren balkon kapısının önünde, yıllardır her sabah yüzünü gördüğüm bir kadının, kara gölgeler içinde kaldığını ve koyu çizgilere bulandığını gördüm, gözleri öyle durgun, sessiz ve karanlık sularda ilerliyordu ki korktum.
bir anda sustum, ne söyleyecek sözüm kaldı, ne gülümseyecek gücüm. yüreğim dağlandı, oysa tek kelime etmemişti. yüzüne bir gecede yerleşen sert çizgiler bıçak gibi kesti içimi.. dönüp gittim. sarılsam, ağlama desem de biliyordum konuşmayacağını, ağlamadan susacağını. sanki tüm hayatı çalınmış gibiydi. ne umudu vardı yarın için ne ölmek için gücü.. susup gittim..
Meğer hiç anlamamışım çaresizliği. onu öyle görünce, yüreğimden akan kanlar avuçlarıma doldu. kolay değildir, çaresizliği ağlamadan susarak kabullenenler için gözyaşı dökmek; düğüm düğüm tıkandı boğazımda yaşlar, ağlayamadım..
Yağmurla gelen bir fırtınanın, sert ve soğuk rüzgarı kadar gerçek ve acımasızdı çaresizlik.. öyle acımıştı ki yüreği, dokunamadım..
gördükçe onun çaresizliğini, benimki kat be kat artıyordu ve tüm acım göğsümde dolanıp ağlıyordu..çünkü ölümle eşti çaresizlik, ne aşk acısıydı ne de boş sınav kağıdı, yaşarken öldürüyordu insanı...

14 Haziran 2010 Pazartesi

"son dakkacı"ya övgü!

Elimde değil "Son Dakkacı" yım ben! Kendimi bildim bileli ama!
Ya çok uyurum işleri yetiştiremem, ya hiç uyumam her şeyi yaparım! Ama şaşmaz bir tecrübeyle sabittir ki her daim önemli işleri sona bırakırım! Hatta o işi yaparken arada yapılmaması lazım her işi de o son dakikalara sığdırırım! Bugüne dek çok iyi not aldığım tüm sunumları, sunum saatinden 2 saat kadar önce kantinde sıfırdan başlayarak hazırladım ( mediterranean politics de dahil!) çoğu da ingilizcedir o sunumların.. Çünkü neden efendim? Çünkü ben stres altında yükselen insanlar grubundanım! Asla önceden iş bitiremem, aylar önceden haberim varsa mutlaka ertelerim son ana dek, çünkü heyecanlı gelmez, yapacak hep daha elzem işler bulurum (uyumak, sokakları turlamak, kitaplar okumak ya da boş boş duvaralara bakmak gibi mesela) ve son gün gelip çattığında da en son saate sıkıştırırım!

Çok azar işittim bu huyum yüzünden! Yayın yönetmenimle defalarca kafa kafaya geldim, ama hala en güvenilir editörü benim, çünkü yetiştiremeyecek korkusu yok, nasılsa son anda bile olsa yapacak diye rahatça evine gidebiliyor.. babam hiç umursamamıştır son dakikacılığımı, ama annemden çok laf yedim bu yüzden! ama ne değişti? HİÇBİR ŞEY! arkadaşlarımdan da tonla azar işittim, ama sonuçta karlı çıkan ben oldum hep. Şans mı, stres altında gelen güç mü, şerbetli olmak mı bilemiyorum tabii, ama benim bu halimi "maceracılık!" diye eleştirenleri artık gülümseyerek karşılıyorum, çünkü sonunda felaket de yaşanacak olsa ben bu işleri önceden yapamam.. sanki erken yapmaya kalkınca tüm bilgi ve birikimim bir yerlerde unutulmuş gibi aptallaşıyorum: uyku basıyor! lakin gel gör ki: o son dakikada tüm algılarım ayaklanmış halde savaş meydanında gibi bir cesaretle ayağa dikiliyorum.

Şimdi elimde büyük bir son dakika haberi var! yarın saat 5'e dek teslim olmuş olması gerekiyor, ben çalışmaya akşam 22.00 sularında başladım ve şu an sabah 05.28. aslında çalışma son buldu her şey hazır, okula gidip dublaja ve kurguya girip bitirmem lazım ödevi. uyumama nedenim, uyursam asla uyanamayabilirim! o yüzden oturup blogda saçmalamak işime geliyor!

Eğer yarın bu işin altından kalkamazsam akıllanır mıyım? Sanmıyorum.. yani akıllanmak isterim de, akıllanamam, o kapasite bende yok galiba!

13 Haziran 2010 Pazar

Handsfree / büyük büyük kuzenim için!


Gülhan'ın Galaksi Rehberi diye muhteşem bir program var, dünyanın en neşeli kadını almış sırtına çanta, yanına kameraman hem gülmekten kırıp geçiriyor olanca neşesiyle hem de dünayı getiriyor önünüze.. Programın sonunda jenerikle akan bir şarkı var! Sonny-J'in Handsfree diye bir şarkısı! Öyle keyifli bir parça ki ben de babamın en sevgilisi, benim en bir büyük kuzenim olan Baş Kuzen'ime gönderiyorum bu şarkıyı o da dünyanın başka bir köşesinde dinleyip neşelensin diye :) Hem de sözleri çevirdim ki dinlerken daha anlamlı olsun hepiniz için ;)
Buradan dinleyin:
Eğer ellerimden tutarsan
Hiçbir şey aynı kalmayacak
Eğer ellerimden tutarsan
Her şey değişmeye başlayacak
Yaz gelecek, bahar gelecek
hayat devam, hep devam edecek
ben sıkıldım gözyaşı dökmekten
küçücük bir alan bulabilsem
yüzümdeki gülümsemeyi çizmek
ve geçmişi silmek için

Eğer kış gelirse ve ben etraftaysam
ilk kar yere düşerken
elimden ne gelir ki
yaz gecelerinin
koyu karanlığındaki soğukla bile
savaşacak gücüm yokken


2010 bahar dönemi


2010 bahar dönemi topluluğunun mutlu mesut toplu bir fotoğrafı... Işık ve fotoğraf üstadı hocamız Emek Gül etrafına toplamış güllerini stüdyoda büyük işkenceler eşliğinde bize kurdurduğu ışığa karşı fotoğraf çekiliyor bizimle! Bahar dönemi bitiyor... seneye dek herkes kendi yoluna gidiyor.. stajlar ayarlanıyor, tatiller planlanıyor! tekrar bir araya gelene dek hoşçakalın Genç Bilgililer! ;)

12 Haziran 2010 Cumartesi

Çikolata Köprüsü

Üniversiteye ilk başladığım gün, hazırlık atlama sınavına dolapdere kampusunde girmiştim, girdiğim andan itibaren de ölesiye nefret etmiştim okuldan.. Sanki içi buzdan yapılmış dev bir tapınağa benziyordu, içine gireni yutan korkutucu bir mabed gibiydi... Hem okula gelirken kaybolmuştum, hem de okuldan dönerken, ne doğru düzgün otobüs geçiyordu, ne de insanın içini ısıtan bir mekandaydı.. o bir yıl boyunca hep birlikte sevmemeye and içmiş gibi sevmedik Dolapdere Bilgi'yi.. Dershane gibi, lise gibi ne biçim üniversite burası diyip durduk, derslerden kaçıp kaçıp büyük kantinde black djarum içtik, kimileri tiryaki olup bildiğimiz şu pis kokulu sigaraya sardılar kendilerini... kışın buz gibi oluyor diye iki bina arasındaki köprüden de nefret ettik.. hep hep kötüledik, Kuştepe Bilgi'ye gidince orası da amma küçük ama olsun üniversite havası var diye mantık dışı lafları doladık ağzımıza!

Sonraki yıl Kuştepe'ye postalandık topluca, bu kez Kuştepe kampusunden nefret ettik, çünkü Santralİstanbul açılmıştı ve bizi oraya almıyorlardı, bu kez bir yılımız Kuştepe'yi yuhalayıp, Santral'e alın bizi diye hayıflanmakla geçti! Sonra ne mi oldu? Ertesi yıl bizi Santral'e aldılar!

Ve her üç kampustede ders alıp birbirleriyle kıyas şansı bulduğum okuldaki 4. yılımda şuna can-ı gönülden hükmettim ki Kuştepe Kampusune hiç uğramasak da olurmuş (bir sürü piyano odası olması dışında) Santral gezip eğlenmek, çimlerde debelenip, futbol falan oynayıp, eşek keyfi yapılmak üzere yapılmış, ama Dolapdere kesinlikle sizi bağrında saklayan bir üniversite kampûsuymuş! Hele ki iktisadi ve idari bilimlerin konuşlandığı yeni bina insana kendini evet bir siyasi bilim merkezinde, katlarında gezinen muhteşem hocalarla iç içe bir halt zannetmesini sağlayacak düzenlenmelerden sonra! Hukukçuların, siyaset bilimcilerin, uluslararası ilişkiler uzamn adaylarının arasında, bolca da matematikçinin gezdiği son derece doyurucu bir ortam olmanın ötesinde her gittiğimde içimi gıcıklayan üç koku hala yaşıyor orda!


birincisi, iki binayı bağlayan köprünün altından kantinin fırın havalandırması geçtiği için, dünyanın en müthiş çikolata kokusu semaya yayılıyor resmen! köprü bitmesin, orda durup içimize içimize çekelim isteği yaratıyor, ama sonra dayanamayıp kantine koşarken ikinci müthiş koku sarıyor etrafı: black djarum un kantinden havalanıp 6 katı sardığı acaip karanfil kokusu! ve yine hem sigara hem çikolata için koşarken yüzünüze çarpan üçüncü hava: Havuz nemi ve kokusu! o tuhaf ılık, nemli, klorlu su buhuru!
Önünde diz çökebileceğin hocalarından birinin dersinden "vay be! neler öğrendim hakkaten, bi gün ben de böyle multi bilgili olucam!" diyerek çıkıp, çikolata köprüsünden geçip, kantinde djarum içip, üstüne o ciğer sıkıntısıyla havuza girmenin 1 saat içinde mümkün olduğu tek yer nasıl sevilmezmiş! çocukluk işte! şimdi orada okumak için yaz okulundan uluslararası ilişkiler dersi alma derdine düşmek de ne hoş değil mi :))
Bugün sempozyum için dolapdere bilgi'deyken kantin kapalıydı, ama sabah ki çikolata kokusu köprüyü sarmışken, kitap taşımak için emrimize verilen market arabasına binip köprüde kaya kaya sigara içmek her şeye değdi doğrusu, havuzun klorlu kokusu da geniz yaktı ne güzel! bizi o halde görüp deli sananlar olmuştur illaki, ama hayat güzel yahu!






9 Haziran 2010 Çarşamba

Robin the Hood

Robin the Hood.. yani 'kukuletalı robin'..

Robin Longstride öldürülen bir baron taş duvar ustasının (ki Mason manasına gelir o dönemde taş duvar ustası olmak) oğludur, tabi o bunu çok sonra öğreniyor.. Aslan Yürekli Richard'ın ölümünden sonra ordudan arkadaşlarıyla kaçan Robin yolda merhum kralın tacını geri götürmekte olan şövalyelerin uğradığı pusuda fransızları haklar, tacı ölmek üzere olan Sir Loxley'den alır ve kılıcını da babası Nothingham Baron'una götürmek üzere yola çıkar.. İyice anlatıp izleyecek olanların tadını kaçırmak istemiyorum, ama kılıcın üzerinde yazanı da yazmadan edemiyorum: "RISE AND RISE AGAIN UNTIL LAMBS BECOME LIONS"

Özetle,

Ridley Scott muhteşem bir Robin Hood yorumlaması yapmış tartışmasız.. Sinemasal açıdan yorumlamaya gerek bile duymuyorum, zira ayışığında tohum ekilen muazzam sahne (ki sahnenin müziği budur:( http://fizy.com/#s/1j824u ) ve okun yaydan fırladığı harika görüntüler gibi unutulmaz görsel şaheserler var film boyunca..


Russel Crowe'u hiç sevmezdim ben eskiden, ama gördüm ki yıllandıkça değerlenmiş bu adam, hem oyunculuğu, hem yakışıklılığı nüksetmiş.. Destansı filmler gerçekten destansıdır, siz dışardan bir gözle izlersiniz, ancak ben Robin Hood'da sanki filmin içindeymişim gibi bir duyguya kapıldım bir ara; sanki film devam etse günlerce ben yaşadığım hayat da orasıymış gibi film olduğunu hatırlamadan izlemeye devam edebilirim!

Ve Cate élise Blanchett.. Kusursuz zarafetin adı. Şunu bir kadın olarak çekinmeden söyleyebilirim ki eğer bir kez daha doğsam ve kim olduğumu seçme şansım olsa Cate Blanchett olmak isterdim! Her filminde kendine hayran bırakan muhteşem kadın! Cate Robin Hood'da Lady Marion Loxley idi.. Ve Fransız Philip'in bozguna uğradığı çıkartmaya yabani hırsız çocukları da alıp zırhıyla savaşmaya geldiği an, bana yeniden bu kadından daha çok savaş meydanına yakışacak bir dişi yok yeryüzünde dedirtti ve içimdeki amazonu da ayaklandırdı yeniden, hep yaptığı gibi..


Sonuç itibariyle, rahatlıkla söyleyebilirim ki bu film, Robin the Hood'la ilgili bugüne dek zihnime kazınmış tüm alaycı yorumları tek seferde sildi, yepyeni bir Robin yarattı zihnimde, ki bu kez 'kukuletalı Robin' den bambaşka bir Robin bahsettiğim; Robin Longstride! ve yine bekaret kemeri geyiğiyle dalga konusu olmuş lady Marion'un yerine zarif ve cesur savaşçı Marion'u da bu filmle yüreklere kazıdı Cate Blanchett.


Taş duvar ustaları hakkında onlarca kitap okudum, ve hâlâ arada aralarına karışma isteğimi bastıramayacak kadar gizemli ve zekiler gözümde.. ama tabii ortaçağın karanlığını aydınlatan dönemlerine binaen bu söylediklerim.. yakın geçmişin kanlı aydınlanmacılarına dair değil...




3 Haziran 2010 Perşembe

kelimelerin geldiler bana..


bugün onu seven, onun kelimeleriyle büyüyen herkes gibi ben de ona ait kelimelerle anıyorum Nazım'ı.. bu haziran gününde yüreğim onun kelimeleriyle dolu.. en çok bu şiirini sevdim ben Nazım'ın sevdiğim onlarca şiirinden de öte.. ve bana kelimeleriyle gelen, yüreğinden ve beyninden gelen kelimelerle beni seven insanları sevdim en çok... tekrar tekrar okuyorum Piraye için yazılmış Saat 21 Şiirlerini.. kelimelere bulanıyorum...



Bu geç vakit bu sonbahar gecesinde

kelimelerinle doluyum; zaman gibi, madde gibi ebedî,

göz gibi çıplak, el gibi ağır

ve yıldızlar gibi pırıl pırıl kelimeler.

Kelimelerin geldiler bana,

yüreğinden, kafandan, etindendiler.

Kelimelerin getirdiler seni, onlar : ana,

onlar : kadın ve yoldaş olan..

Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,

kelimelerin insandılar..


nazım hikmet ran.