“…şükürler olsun ki dişisin, şükürler olsun ki dişiyiz. Erkek tekdüzeliği yok bizde.. Düşünceyle yüklü beynimiz: doğurgan…”
Birkaç ay evvel yazdığım bir yazının altına yapılmış uzunca bir yorumun en çarpıcı cümleleriydi yukarıya alıntıladıklarım; zira notu yazan, zekasına ve yaratım gücüne hayranlık duyduğum bir erkek arkadaşımdı ve bana yaratıcılığımızın kökenindeki dişilliğimizden bahsediyordu. Bir okyanus öteden bana yazdıkları öyle haklı geldi ki bana, o güne değin üzerine çokça araştırma ve ödev yapmış olduğum ve genellikle mental hastalıklarla ilişkisi üzerine yoğunlaştığım yaratıcılığın aslında en açık anlamı olan dişil kökeni üzerine düşünmeye hiç gerek duymamış olduğumu fark ettim. Oysa La cretivite, yani kelimeleri eril dişil diye ayıran Fransızca’nın buyurduğu üzere dişil olan, yaratmanın latince kökeni creare den türeyen doğurmak, yaratmak…
Yaratıcılık üzerine, yaratıcılar üzerine, yaratarak delirenler ve yaratarak kendilerini öldürenler üzerine çok okudum, çok dil döktüm, bir o kadar kalem oynattım: Çağlar ötesi bir bağlılık duyduğum Van Gogh’un delilikle perçinlenen dehasal yaratıcılığı beni en çok cezbedendi, I am vertical şiiriyle hayatıma en üst sıradan giriş yapan Sylvia Plath de. Yine ilk ikisi gibi ölümünü kendi seçen Woolf: Büyüleyici bir algıya sahipti ve Ludwig von Beethoven, henüz beş yaşında bir piyanist olmam gerektiğini bana hayatımın algılanabilir en küçük atomu olarak notları aracılığıyla ileten adam. Bir süre sonra çok ilginç bir ayrım olduğunu fark ettim. Şaşırtıcı biçimde hayranlık duyduğum ve benim yaratıcılık kavramıma en uygun karakterler olarak gördüğüm tüm sanatçılar –yaratıcılar mı demeliyim- tuhaf bir biçimde delilikle koyun koyuna bir yaşam içinde kıvranıyor, üretiyor, kendilerinden kopararak yaratıp kendilerini öldürüyorlardı.
Konuya olan derin ilgim nedeniyle yaratıcılık üzerine yazılacak bir ödeve hakkını vermek için son üç günde büyük bir şevkle tam beş ayrı yabancı makale buldum ve okudum, üstelik aslında BBC ve Margaret Thatcher hakkında okumam altı ayrı kitap başucumda beklerken. Makalelerden alıntılar yapmayacağım, zira daha çok sayısal verilerle tam bir akademik-klinik çalışmalar bütünü olan bu değerli makalelerden ve önceki deneyim ve gözlemlerimden oluşan bir çıkarımı sunmayı çok daha yaratıcılığa uygun buluyorum. Makalelerde bahsedilen en önemli çelişki IQ ve yaratıcılığın ilintili olup olmamasıydı, her makalede öne çıkan bu tartışmada kimileri IQ’nun net olarak yaratıcılığın önünü açtığını, kimileri ilgisi olmadığını, büyük kısmıysa Eşik Teorisi gereği 120 IQ’ya dek bir ilinti bulunduğunu iddia ediyorlardı. Birçok testle sonuca ulaşmaya çalışadursun akademisyenler, benim bilgilenmeye çalışan bir okuyucu olarak çıkarımım çoğu bilim adamına hak veren ama aynı zamanda eleştiren bir noktada duruyor. Yaratıcılık her insanda doğuştan gelen bir özellik. Gündelik yaratıcılık yani pratik olmak zaten insan türünün evrilmesini ve hayatta kalmasını sağlayan türsel bir yetenek; ancak neden herkes bu yönünü öne çok fazla çıkaramazken bazıları tam anlamıyla birer yaratıcı olarak kabul görüyor? İşte IQ ve EQ’nun tartışılmaya başlandığı nokta burada ortaya çıkıyor, zeki insanlar sahip oldukları sezgisel yaratım gücünü yüksek algı kapasiteleriyle birleştirip yeni ve özgün üretimlerde bulunabiliyor, ancak duygusal zekadan –EQ- ayrık bir IQ da yaratıcılığı dışavurmaya yeten bir özellik değil, çünkü ortaya çıkan üründeki sezgisel ve duygusal tadın temelinde EQ sahibi olmanın da büyük önemi var. Her matematikçinin yaratıcı olamaması IQ’nun yanı sıra yüksek bir EQ’ya sahip olamamasıyla ilişkilendirilebilir, zira IQ’su kadar EQ’su da su götürmez Albert Einstein’ı dünya için bir fenomen yapanın sayısal zekasından çok duygusal zekası olduğunu kabul etmek gerekir, çünkü yaratıcı insanlar, topluma karakterleriyle bir şeyler kazandıran, sisteme uyum sağlamakta güçlük çeken ve ona direnen bireyler olduğu ve genellikle de çağında değil sonrasında anlaşılan insanlar oldukları genel kabuldür. Einstein daha şanslı olsa da Van Gogh tam bir kaybedendi bu konuda. Müthiş boyuttaki dişil algı kapasitesi onu çıldırtıcı bir yaratıcılığa götürmüştü, buna karşılık çapraşık özel hayatı, tuhaf hareketleri, ani krizleri ve defalarca akıl hastanesine girip çıkmasıyla çevresindeki herkesin uzak durmak istediği muazzam bir yaratıcı. O dönemde ona deli denilmesine neden olan şey bugün artık bipolar bozukluk adıyla adlandırılan manik depresif rahatsızlıktı. Aynı şekilde Sylvia Plath’ın, Virginia Woolf’un, Marilyn Moonro’nun, Kurt Cobain’in, Beethoven’ın ve adını hatırlayamayacağımız birçok sanatçı ve siyasetçinin, günümüzün Burhan Altıntop popüleritesine sahip delilik tarifinden muzdarip hastalığı: Manik Depresif.
Benim daha önce yaratıcılık ile ilgili yaptığım tüm çalışmalar işte bu sorun üzerine yoğunlaşıyordu. Neden çok yaratıcı olduğunu kabul ettiğimiz neredeyse tüm isimler mental bir rahatsızlıkla ve daha ziyade manik depresifle anılıyordu ve neden bu isimlerin yine neredeyse tümü intihar ederek ölüyorlardı? Yaptığım tüm çalışmalarda istatistik sonuçlarını, klinik test sonuçlarını, psikiyatr değerlendirmelerini kullandım, onlarca kitap ve makale okumanın yanı sıra adı geçen insanların hayatlarını didik didik ettim. Vardığım sonuç maalesef hala belirsizlikler içinde, ama görünen o ki ya yaratıcı olmanın yani yüksek IQ ve EQ sahibi olmanın getirdiği yüksek algı ve empati gücü her şeyi çok derin ve içselleştirerek düşünmeye neden olup acı eşiğimizi düşüyor ve topluma uyumsuz halde getiriyor ve psikiyatrlar bu uyumsuzluğa bir hastalık adı veriyorlar ya da yaratıcılık bir hastalıktan kaynaklanan çok kötü bir sorunun teselli veren hediyesi. Zira manik depresiflerin manide ve şizofrenlerin her zaman salgıladıkları dopamin ve serotoninle baskılanan beyin kimyaları onlardaki gerçeklik algısını değiştiren bir özelliğe sahip ve çok daha uçuk istekler, düşler ve inançlara sahip oldukları için yaşamları da ürettikleri de toplumun ya tümüyle dışlayacağı ya da hayranlıkla bakacakları bir niteliğe sahip oluyor.
Torrance’ın, May’ın, Jamison’ın ve yaratıcılık üzerine çalışma yapmış birçok akademisyenin her biri yaratıcılığa dair başka bir tanımla gelse de hepsinin buluştuğu ortak nokta toplumsal uyumsuzluk ve büyük oranda mental ya da psikolojik problemlere yatkınlık. 2000’li yılların başında şu anda adını anımsayamadığım önemli bir Amerikan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma yaratıcı kabul ettiğimiz çocukların neredeyse yüzde doksanının ileride manik depresif ya da depresif olabileceklerini göstermişti. Çok ilginç bir biçimde yaşamın özünü var eden ve devam etmesini sağlayan dişilik yani doğum, insan beyninde gerçekleştiği vakit bir ölüm aracına dönüşebiliyor. İnsan zihni evrimin binlerce yıllık ritmine uyum sağlamış bedenin doğum gibi zor ve acılı bir sürece karşı dirayetine karşılık, doğurgan beyinler -belki henüz insan zihni evriminin erken döneminde olduğu için- doğururken büyük bir acıyla yıpranıyor ve gerçeklik algısını yitirebiliyor. Sonunda dayanılmaz ruhsal acılarla bedenin yaşamına da dur demek ihtiyacı içine giriyor.
Dışarıdan görkemli bir biçimde yükselen yaratıcılık, yaratanın o dinmez mutsuzluğuna kaynak oluyor. Tıpkı çocuğuna sahip olmak için büyük acılar çeken bir annenin, yarattığı çocuğa olan büyük sevgisine rağmen yine hayat boyu onun için hep endişe ve üzüntü içinde kalması ve hatta acı çekmesi gibi… Van Gogh, o iniş çıkışlarla örülü yaratımın doğruğundaki yaşamına son verirken: “Mutsuzluğum sonsuza dek sürer…” demişti. İlginçtir yazının başında bir kısmını verdiğim yorumun sonu da söyle bitiyordu:
“…doğurganlığını doyasıya yaşa. Unutma: Üretmektir esas olan… Mutluluk aptallar içindir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder