Powered By Blogger

22 Mayıs 2011 Pazar

Ateş ve Su

fotoğraf: Ayşegül Tabak

Ateşin ve suyun buluştuğu yerdeyiz şimdi...
Ya su ateşi söndürecekti ya da ateş suyu buhara çevirecekti...

Oysa şimdi hayretle, ateşin suyun üzerinde dans eder gibi nasıl yandığını ve berrak suyun içinde ışıktan yansımalar yarattığını izliyoruz...

Doğudan doğmaya başlayan, gün batana dek derin mavi ve turkuaz denize ışığını veren Güneş, geceleri ışığını aydan yansıtarak yakamozlar düşürüyor denize... kayan yıldızların tozlarını yağdırıyor üzerine ve deniz öyle sahiplenici ki ışığı hapsediyor derinlerine...

Ağaçların, denizin, rüzgarın ve ışığın birlikte nefes aldığı bir an yaratıyoruz şimdi...
Ateşi, suyu ve toprağı harmanlıyoruz...
Altından bir çağ başlatıyoruz!

11 Mayıs 2011 Çarşamba

ışık perisi


fotoğraf: Kerem Yalkın

Uykudan fırlıyorum telefona düşen bir mesaj sesiyle sabaha varmaya çalışırken gece... Kocaman bir gülümsemeyle okuyorum, karanlığı aydınlığa boğan sözlerini.. "Işık Perim.." diyor bana, ışıldıyorum o anda sanki bin güneş doğmuş gibi etrafımda!

Hûzmelerimi süzüp ağaçların, bulutların ardından binlerce kilometre öteye gönderiyorum, onu aydınlatsın, ışısın yüreği diye... boşlukları ışıkla dolsun, ışıkla yıkansın kalbinin ve ruhunun kuytuları diye...

Nigel Kennedy'i dinliyorum senden kilometrelerce uzakta seni düşünüp diyor ve ben uykuya Nigel'ı dinlerken onu düşünerek dalmış oluyorum daha birkaç saat evvel... İçine çek diyorum havasını, kokusunu oranın, öyle bir çek ki içine ben buradan hissedeyim! Oysa o "seninle çekemedikten sonra buradaki havayı içime..." diyor... Dön diyorum bir an önce, dön de birlikte soluyalım İstanbul'u yine!

Sonra Aziz Nesin'in "Yokluğundaki Sen"i geliyor hatrıma...

"Yine yalnız değilim her zamanki gibi
Bu Uzakdoğu gecesinde yokluğunlayım

Aramızda yirmibeşbin kilometre
Sen kıştasın ben yazdayım
Sen bir yarısında dünyanın
Ben öte yarısındayım
Yine de bırakmıyor ellerimi yokluğun
Daha da bir gönlümcesin
Varlığından bin kat güzel
O yalımsal çıplaklığın yalaz yalaz
Ve en gizlerden konuşurken ellerin
İçimden gelmiyor mektup yazmak demeden
Sevişiyoruz yirmibeşbin kilometreden"

Öyle alışmışım ki sözlerine, özlüyorum... ama öyle huzur dolu, öyle içten ki her şey nerede olursa olsun kalbi, hazinesidir onun biliyorum ve biliyorum o hazinenin içinde onunla olduğumu... Yüzümde güller açarak, yüreğime sızan ışıkla yeniden uykunun kollarına dönüyorum...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

iki yolcu

"...yolları bilen ve bildiği yolları gösteren mavinin her tonuna bürünmüş zaman yolcusuna... sevgi ve teşekkürle..."


Legends of the Fall filminin müziklerini listeme baş tacı yapıp arkama yaslandım, son zamanlarda rastladığım dile getirilmiş en güzel betimlemeleri düşündüm. Kendini arama, bulma, dönüştürme yollarında yalnızlığın o eşsiz öğreticiliğine sığınarak mekanlar değiştiren, seyahatler hayal eden iki seyyahın karşılaşmasından doğan, birbirlerine kendi içsel hikayelerini anlatırken kullandıkları kelimelerden bir araya gelen betimlemeler bunlar...

İki zaman yolcusu elbette "yol"dan söz eder, yol almaktan... mesafelerden değil, ama uzaklardan bahseder... kendi içlerinde yol almaktan, zaman içinde yol almaktan, insanların ruhunda ve kalbinde yola çıkmaktan... uzaklardan söz eder bu yolcular: ama yedikleri, içtikleri değildir betimledikleri... onlar renkleri anlatırlar birbirlerine, kokuyu, havayı, sesi.. Rüzgârı ve ışığın hüzünle süzülmesini...
Hüznü severler, ama neşeyi ve umudu saklamazlar derine, acıyı kabullenip unutur yerine onlara huzuru verecek sesi koyarlar yüreklerinden gelen..

Karşılaştıkları yolda zaman yolcularından biri, henüz yolun başında Santiago Yolu'na çıkmak isteyen diğerine şunları söyledi: "Güzel bir yüregin var, ona güzel bir renk seç ve olmasını istediğin renge boya. Benim rengim turkuaz; sığ kumsal ile derin mavi arasındayım. Dalgaların ve akışın şekline göre renk degiştiriyorum. Bu gercekten benim, bu gezide bunu keşfettim... Sen de mutlaka bulacaksın..."

Ve diğeri ona: "Benim rengimi bahşeden bir zaman ve mekan var zihnimde beni anlatan: Gün batmadan bir süre evvel uzun ve sık ağaç gövdelerinin olduğu bazı çam ormanlarında ışığın ancak süzülerek yere ulaştığı zamanlar vardır ya hani... O yerde ve günün o vaktinde koyu yeşille, kahve ağaç gövdelerinin içine bal gibi akarak süzülen, gün rengi ışık hûzmeleri... işte o benim rengim..." diye cevap verdi
Sonra yollarda daha çok vakit geçirmiş, günün tüm zamanlarını, ormanların her çeşidini görmüş ilk yolcu: "Çok güzel bir zaman dilimi, o hûzmelerle zeminde oluşan geçişler, ışığın dokusu, havanın akışı, esasında senin bahsettigin tonlar doğanın ruhunun ortaya cıktığı, gecenin karanlık ile üzerini örtmeden önce gözlere ve gönüllere masal okuduğu an... Çok güzel bir renk seçmişsin... Rengin de senin gibi derin." ..dedi.

Bir süre daha sessizliği ve yolu paylaşan bu yolcular, ikiye ayrılan patikanın sonunda ayrı yönlere doğru yönelirken, büyük olanı, henüz çok genç olan yolcuya hüzün ve bilgelikle veda ederken, küçük ona dönüp: "Dibi ışıldayan sığ kumsaldaki turkuazın ve açıldıkça insanı saran derin mavin bana çok güzel şeyler kattı... benim hüzmelerin de umarım ruhunun kuytuda kalan yerlerine ışık olabilmiştir.. Hoşçakal!" diye seslendi ve ikisi de doğanın kendi masalını anlattığı, ve güneşin altın tozu akıttığı o anda kendi yollarına yürüyüp uzun ve güzel gövdeli ağaçların arasında kayboldular...
Geride günü örtmekte olan gece ve rüzgârın ıslığı kaldı...

not: bu güzel diyaloglar olduğu gibi aktarılmıştır.

3 Mayıs 2011 Salı

Haberci

- Santiago de Compostela -
Sosyal Medya dersinde Facebook, Twitter, Myspace, LastFm nedir bilmeyeni haşlayan dünya tatlısı bir hocam var. Blogspot kapatıldığında çocuğumu kaybetmiş gibi biçare dolaşırken ben hem bana destek vermiş, hem de bol bol dalga geçmişti "yarası derin, dokunmayın ona!" diye. Tabii kendisinin, 1.000.000 takipçi sahibi, kendi domain'ine sahip ünlü blogger Erkan Saka olması tuzunu kuru yapıyordu...

Sosyal medya denen bu yeni sistemde ben blogosphere'e ait ama twitter ve facebook'ta da yaşama alanı bulabilen bir türdüm. Blogdaki kol ve bacaklarım facebook'ta yüzmemi, kanatlarımsa twitter'da uçmamı sağlıyor, kısaca blogumu her yana yaymama olanak tanıyordu. Diğer yandan facebook'ta çok az insanın, hatta bazen kimsenin duymadığı bilmediği yeni keşifleri, müzikleri, tabloları, kitapları paylaşma, üzerine tartışma şansım vardı. İşte tüm bunları bir yana bırakıp Facebook'u radikal bir biçimde hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Aslına bakılırsa bunun ardında çok daha şahsi bir sebep var, ama bahanem işime gücüme çok engel olmasıydı. Facebook'u röntgenlemektense daha sık blog yazmak, akademik işlerle ilgilenmek gibi bağlayıcı nedenler de var elbette.

Yine de bu hesap kapatma işlemini tamamlamak için bilgilerimi kopyalamakla uğraştığım bir gün içinde öyle güzel mesajlar aldım ki arkadaşlarımdan... meğer ne çok gizli blog okurum varmış, küçük kanatı takip eden, o kanatlarla uçan insanlarla çevriliymiş etrafım... paylaştığım yazıları, gece yarıları uykudan uyanıp not aldığım, sonra videolarını bulduğum klasik müzik eserlerini, keşfettiğim ressamların tablolarını ve üzerlerine yazdıklarımı okuyan, yenilerini bekleyen bir sürü arkadaşa sahipmişim! Dersinde hep en öne oturduğum Bölüm Başkanı'nın bile bugün sınıfa girdiği anda "Ayşe, neden en arkadasın bugün? Hem zaten Facebook'u da kapamışsın!" demesi üzerine topluca bir vaveyla yükselmesi beni hem mutlu etti, hem de "yahu hata mı ettim acaba.." diye düşünmeme neden oldu.
Lakin, biliyorum ki Facebook hesabım açık olsa burada blog yazmak yerine, orada bir şeyler kurcalıyor olurdum, tabii bir de yapmamam gereken şeyler karşısında bir dayanıksızlık içinde davranırdım, oysa artık yaş kemâle ermeye başlarken, kendime "bir dur orada bakalım! doğru ve yanlış hala var bu dünyada, kime göre neye göre dese de insanlar, uyulması gereken bazı vicdani yasaları olmalı insanın, ve görüyorsa hatasını uzaklaşmalı..." demeyi öğreniyorum ağır ağır... Bazı şeylerden vazgeçmeyi -her ne olursa olsun- öğrenmeli, mızmız bir çocuk gibi çok istenen bir şeyi arsızca istememeli, ve çok sevilecek bir şeyi elde etme, tüketme sevdası yüzünden onu kalpte bir hebaya çevirmemeli insan...
Uzak durmayı öğrenmeli...
Ben öğreniyorum.
Büyüyorum.
Eğer hayatım bir şeyle kesişecekse, onun yeri varsa benim yolumda, "haberci" bana ondan haber getirecektir... Ve ben o ana dek kendi kibrimden, kararsızlıklarımdan arınmış halde karşılayabilirim kendi dönüşümünü tamamlayarak bana gelen rehberi...