Powered By Blogger

30 Nisan 2011 Cumartesi

Ah! En Çok O Şarkıda...

Dün akşamüstü açık pencerenin önünde sandalyeme yaslanmış okurken, gözlerimi kaldırıp mavi gökyüzüne baktım, içeri dolan bahar kokusunu içime aldım ve çok tanıdık bir duygu yerleşti içime; sevinçli, güneşli, sevgiyle anılan bir şeyleri anımsattı, ama öyle geçmişten gelen bir duyguydu ki hatırlayamadım, ama aklıma tek bir isim takıldı, gülümsedim, o zamanları, o duyguları sevgiyle andım. Özledim.

Sonra bugün o çok sevdiğim Ağıt'ı dinledim uzun yıllar sonra, bir kağıda sözlerini yazıp kitabın arasında eline tutuşturduğum ismi yine hatırladım, tıpkı bir önceki gün havanın kokusunun adını anımsattığı gibi... Takvime baktım ve çerçeveli resmi bulup saklandığı yerden çıkardım. -29 Nisan 2007- güneşli bir bahar günü, ağaçlı yollarda, boğaz kenarında, erguvanların ve laciverdin buluştuğu yerlerde geçen ve gün biterken gözlerime gülümseyip "Hoşgeldin..." diyen biri olmuştu bir zaman. Yıllara yayılan sevgililiğimizin, kavgalarımızın, dostluğumuzun, özlemlerimizin bitiminin ardından geçen zamanların sonunda yine bir 29 Nisan günü hiç bilmeden havadaki kokunun, duyduğum bir şarkının onun adını getirmesi aklıma, tesadüf müdür? Bazı şeyler biter, ama bıraktığı izler, güzel anılar bâki kalır... Pişman olduklarımın yanında varlığından zerrece pişman olmadığım insanlarla uzun yıllar paylaşmış olmanın huzuru var içimde...

Özlemişim bu şarkıyı.


AĞIT

En sevdiğin elbisemi giydim bu gece
Kokunu sürdüm, solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm.
Yazdığın mektupları okudum, kana kana su içer gibi
Plâklarını çaldım. Ah! En çok o şarkıda özledim seni...

Issızlık kapıyı çaldı,
Açmaya korktum gece yarısı.
Şehir uykuya daldı,
Baktım dışarıya; katran karası.

Rüzgâr telaşla kokunu getirdi bana
Aldım koynuma.
Buseni hafızamdan koparıp iliştirdim dudaklarıma

Üşüdüm karanlıkta.
Tenine dokundum beni hissetsin diye
Ellerimi tut, ısıt diye.

Aç gözlerini...

Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular.


Soluğun saçlarımı yaladı, sanki yine bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma.
Yakıştılar...

Boğuldum karanlıkta.
Yanı başımdasın benden çok uzaklarda

Ellerimi tut, dokun bana
Aç gözlerini...

Attım kendimi caddelere,
Yeşil ceketin sardı beni.
Yürüdüm üstüne karanlığın, korkusuz.
Tuttum elini...

27 Nisan 2011 Çarşamba

Ekaterina Moré ve Kadınları

Blogda yayınlayacağım bir şiirin yanına kadın portresi ararken internette bir tablo gördüm.

Bir kadın tablosu: Ballerina



İngiltere'de bir galerinin sitesinde alıcısıyla buluşmayı bekliyordu, ama tabloyu en az benim kadar beğenmiş bir ingiliz eş altına "Bu tabloya oldukça iyi bir rakam verebilirim, benim duvarımda kusursuz duracak, çünkü karıma çok benziyor..." yazmıştı. Ressamın adını arattım ve Ekaterina Moré adındaki bu güzel Rus ressamın çizdiği onlarca kadın tablosuyla karşılaştım. Sadece kadınları çizdiğini farketmem çok uzun sürmedi, tabii çizdiği kadınların birçoğunun da kendisine ne kadar benzediğini!



Biraz araştırmayla şahsi olarak iletişime geçme fırsatım da oldu ve hakkında birçok şey öğrenmiş oldum; St. Petersburg'da doğmuş olduğunu, heykelle, resimle, sanatla uğraşan bir aileden geldiğini, çocukluğunun uzunca bir döneminin Sibirya'nın en doğusunda hatta Japonya'dan bile daha doğuda yer alan Khamchatka, Peninsula'da geçtiğini...

Rus sanatının doruğundaki St. Petersburg, Sibirya'nın soğuk, izole yaşamına renk getiren şamanların yaşadığı Khamchatka, Japon kültürü ve Amerika'nın batı kıyısı arasında izole olmasına rağmen coğrafi bir çakışma noktasının kattıkları ve şimdi de Almanya'nın en sosyetik eyaleti olarak kabullenilmiş Düsseldorf'ta geçen hayat... Moré'un çizdiği kadınlar, -eyaleti ve insanlarını bir ay kadar inceleme fırsatı bulmuş olduğum için- söylemeliyim ki açıkça Düsseldorf'un çizgilerini taşıyorlar, şık, modern, özgüven abidesi, bakımlı kadınlar... Aynı zamanda ressama oldukça benzeyen Rus kadınlarına özgü soğuk ama cezbeden, güzel kadınlar bunlar... Bir de tüm o coğrafi çeşitliliğin kattıklarıyla canlanmış, rengarenk tablolar elbette...


 Gerçekçi bir akımın ürünü değil bu tablolar, zaten Moré da postempresyonizmle beslenmiş bir sanatçı. Van Gogh, Gauguin gibi üstadlara ilgi duymuş hep, çizgileri çok farklı olsa da Gauguin'le bir renk benzeşmesi olduğu açıkça görülüyor zira...

Elleri, burunları, omuz çizgileri ne kadar simgesel çizilse de her tabloda yadsınamayacak en açık şey kadın figürlerin bakışları. Bakışlar o kadar sahici ve etkileyici ki bazı tablolara dakikalarca bakabiliyor insanlar... Aynı kadınları bembeyaz vazolara kıvrımlarıyla resmederek başka bir anlam da katıyor ressam anlatımına...

Moré tablolarında erotizmi tüm incelikleriyle resmediyor adeta, onun aynı ellere, aynı dudaklara sahip kadınlarının her biri bambaşka renklere ve bakışlara sahip birer ikon olarak kendi evrenlerinden bakıyor izleyicisine...


26 Nisan 2011 Salı

Shakespeare'den...


Ağır gözkapaklarım, yorgun gece içinde
Hayalinle apaçık kalsın, dileğin bu mu?
Sana benzer gölgeler, gözümle eğlensin de
Keyfince parçalayıp geçsinler mi uykumu?
Gönderdiğin, ruhun mu canevinden uzağa

İşlerime gözkulak olsun, düşürsün diye
Aylak saatlerimi, utancımı tuzağa:
Hasedine, kuşkuna yardakçılık etmeye?
Hayır, sevgin çoksa da büyük değil o kadar
Benim kendi aşkımdır vermeyen uyku durak,
İşte öz sevgim, dirlik düzenliğimi bozar
Senin uğruna bana hep nöbet tutturarak.
Ben bekçinim, sen başka yerlerde uyanıksın:
Benden uzaksın, başkaları sana çok yakın.

William Shakespeare

Çeviren: Talat Sait Halman

21 Nisan 2011 Perşembe

Je veux!



Yazmama gerek var mı? sözleri zaten her şeyi özetlemiş :)

Şu kareyi çekerken bir yandan da deli gibi kıskandığımı itiraf etmek istiyorum, çünkü her zaman her yerde çocukların gözdesi hep ben olmuşumdur. Beni severler, bana gelirler, annelerine ya da babalarına dönmek istemezler, gülücükler saçarlar ve ben mutlu olurum beni ilk bakışta bu kadar sevmelerinden ötürü...

Ama resimde gördüğünüz bu sevimlilik abidesi, yakışıklı insan bütün havamı, keyfimi kaçırıyor! Zira biz bıdı bıdı derin meselelerimize gömülmüş konuşurken o masaya kaç çocuk geldi bilemiyorum! Hiçbiri bana gelmedi üstelik! Hepsi ona gitti! 4-5 yaşlarında bir ufaklık ailesiyle küçük bir restleşmeye bile gitti yanımızdan ayrılmamak için! Onu geri alan annesine inat bir sandalyeyi sürüyerek getirdi, üstüne çıktı ve Ahmet'e ben kahve içemem, kusarım, sadece senin yanında oturmak istiyorum dedi! Evet biz o anda bir şok yaşadık, aksi mümkün değildi!

Sonra onlar gitti ve aynı masaya daha 4 aylık bebekleri olan bir çift oturdu, artık tahmin edersiniz ki o miniminnacık dünya güzeli, erkek bebek kendini pervasızca Ahmet'in kollarına atmaya başladı, ilginç olan adamın arkası dönükken çocukların ona seslenmesi garip! Bu nasıl bir hissiyattır, anlamadım ki...
Elbette o da geldi, ama benim kucağıma değil, Ahmet'in kucağına! Bana sadece gülücükler attılar karşılıklı bol bol! Kıskandım! Çocuklar artık beni sevmiyor sandım! Ben hep çocukların korktuğu, sevmediği, suratsız adamlarla bir arada olmaya alışkınım, galiba çocuklar ondan mütevellit bana gelirmiş hep! Güler yüzlü, neşeli anaç mı babaç mı olduğunu bilemediğim bir adamla yan yana olunca ilk tercihleri hemen o oldu!

Baktıkça gülümseten bu fotoğrafı yine de pek sevdik biz :)

11 Nisan 2011 Pazartesi

Boz Bahçeler'in Rengi

1976 Grey Gardens


Bazı başlık çevirileri daha baştan yakalar okuyucuyu, izleyiciyi... Glass Jar'ın harika pınar Kür çevirisi Sırça Fanus'tur mesela ve bu haliyle daha büyülüdür orjinalinden. Grey Gardens filminin Boz Bahçeler diye çevrilmesi de bence aynı etkiyi yaratıyor, zira gri kelimesi rahatlıkla kullanılabilecekken boz demek edebi bir gücün kaynağına işarettir...

2009 Grey Gardens
İki "Boz Bahçeler" var. İlki, yani 1976 yapımı olan film tam bir belgesel. Edith Bouvier Beale ve kızı küçük Edith'in rüya gibi bir yaşamdan içine düştükleri kuyuyu hiçbir kurgu payı eklemeden tümüyle o an olan biteni aktardıkları ve kamerayı David ve Al dışındaki üçüncü bir göz yani seyircinin gözü olarak kullandıkları bir şahitlik filmi gibi... Belgesel yapımda en çok dikkati çeken kameranın üçüncü biri gibi Edie'nin konuşmasını bazen daha aşağıdan, boyu kısa birinin gözünden izliyormuş izlenimi vermesi. Oysa 2009 yapımında kurgu ön planda, seyirci orada üçüncü bir şahıs değil, aksine her şey olup biterken, bir röntgenci gibi dışardan izleyen biri konumunda, öyle ki bu röngtgenci zihinleri okuyabiliyor yani geri dönüşleri de izleyebiliyor, iki Edith'i oraya getiren şartları görsel olarak öğrenebiliyor, ancak bu geri dönüşler gerçeğe dayanarak kurgulanmış, tahmin edilmiş anların canlandırılması sadece... Belgeselde bunu görmüyoruz. Edith'ler ne söylerse onu biliyor, nasıl davranırlarsa onu görüyoruz, ama asla o an orada olandan öteye dair bir tahayyüle ihtimal verilmiyor.
2009'un Boz Bahçeler'inde karakterler 1976 yapımında tanık olduğumuz sahneleri canlandırıp non-fiction olanı fiction haline getiriyor, her ne kadar sahneler neredeyse bire bir olsa da belgeselde kameraman olan David ve Al'ın da bu kez kamera önünde canlandırılanlar oluşu tümüyle bir kurgunun içinde olduğumuzu kanıtlıyor artık. Belgesel yapımı izlerken sanki kendi çektiğimiz videolardan birini izlercesine bir sahicilik duygusuna kapılıyoruz, sanki kamera değil de insan gözüyle bakıyormuşçasına dağınık kamera hareketleri, bir bütüne değil de sabit olmaktan çok uzak hızlı hareketlerle ayaklara, ayrıntılara takılmak gibi günlük yaşamda insan gözünün daha çok odaklandığı yerlerin kayda alınması durumun non-fiction olduğunu çok daha belirgin kılıyor. Oysa filmde her şey bir nizam içinde sinematografik kurallara uygun, flashback dediğimiz geri dönüşlerin gösterildiği bir kurgunun inandırıcılığına sahip. Kısacası belgesel yapımda şahit olduğumuz gerçeklik, filmde inandırıcılığa dönüşüyor.
İki yapımın dili yeniden kurgulanan sahnelerde doğal olarak nerdeyse aynı ki bunu da filmde yer alan oyuncuların başarısı olarak görmek gerek, diğer yandan belgeselde kesinlikle varolmayan  "New York 1936" gibi dış sesler ve dahi o eyes of god denilen tepeden çekilmiş görüntüler sadece film kurgusu içinde anlam kazanan şeyler.

Belgesel filmde Edith'lerin konuşmalarından sadece onların geçmiş yaşantılarını tahayyül edebilirken, filmde senarist ve yönetmen tarafından halihazırda hayal edilip önümüze "işte aslında böyle olmuş olabilir." mesajı içeren flashback görüntüler izliyoruz, ama ilginç olan sahiciliği su götürmez belgeseli izlerken dikkat toplamak daha güç, tıpkı normal yaşamda olduğu gibi, kurgu ise ilginç biçimde hikayeyi gerçekliğe daha yakın, daha inandırıcı kılıyor, bu sayede olayın içinde daha yoğun halde girmek mümkün hale geliyor izleyici için.

Boz Bahçeler kurgu olmayanın nasıl yeniden üretilip, kurgulandığını görmek açısından kusursuz bir örnek ve kurgunun kimi zaman daha da inandırıcı bir hale bürünebileceğinin de kanıtı, çünkü insanlar gördüklerinden çok tahayyül ettiklerine inanmaya her zaman daha meyilli olur. İhtimaller üzerinden kurgulanan bir yapıt da bu yüzden daha gerçeğe yakın görünebilir zihne.

Gerçek gün gibi aşikârken bile gördüğümüze ya da bize söylenene değil de niyetin ne olduğunu hesaplamaya çalışarak, kendi kurduklarımızı gerçek sanmamız da hep bu yüzden değil midir zaten?


8 Nisan 2011 Cuma

Kelt Büyüsü


An Celtic Prayer


May God give you…
For every storm, a rainbow,
For every tear, a smile,
For every care, a promise,
And a blessing in each trial.
For every problem life sends,
A faithful friend to share,
For every sigh, a sweet song,
And an answer for each prayer.

An Old Celtic Blessing

May the road rise up to meet you.
May the wind always be at your back.
May the sun shine warm upon your face,
and rains fall soft upon your fields.
And until we meet again,
May God hold you in the palm of His hand.

Irish Sky
Yukarıdaki Kelt dualarını her gün takip ettiğim Paulo Coelho'nun blog sayfasında gördüm ve İrlanda'yı, Gallileri, orada yaşayan dostlarımı niye bu kadar çok sevdiğimi yeniden anladım...

İki yıl önce yine dünya bana tersten bakmaya başladığında yanımda durup bana sınırsız bir dostluk ve sevgiyle sarılan hocam İrlandalı'ydı, onun sırdaşlığı öyle değerliydi ki benim için ben de o mutlu olsun diye bitirme ödevimi İrlanda üzerine hazırlayıp, İrlandalılarla tanışmış, röportajlar yapmış, kitaplar okumuş, filmler izlemiş ve ona gözlerini dolduran bir sunumla yaşadığı sokakları göstermiştim...

Sonra Kuzey İrlanda'yla ilgili başka ufak tefek akademik işler de yaptım... O arada da müziklerini, hayatlarını, yemeklerini, içkilerini, inançlarını tarihsel bir gözle de tanıdım...

Tesadüf o ki, yine dünyanın tepe taklak olduğu, karanlığa gömüldüğüm şu son zamanda Kuzey İrlanda'da yaşayan ve orada Astronomi üzerine doktorasını sürdüren yıldız avcısı, dünya tatlısı bir peri kilometreler öteden bana ışığını bahşediyor her gün!

Bazen mesafeler insanları daha yakın kılar ya, öyle bir şey işte...

Yukarıdaki Kelt duasını o da okumuş, paylaşmış... Bence olması gereken en doğru topraklarda o, kelt büyüsü ruhunda var çünkü... Çünkü bu kadar yalnızken beni o büyüyle, birkaç iyileştirici sözle güçlendirip, kırılmış kanatlarıma merhem sürebiliyor!

BBC stajı fikri de ondan çıktı, hatta bilim gazeteciliği master ına ön hazırlık olsun diye onun yanında gözlemevinde bile takılabilirim birkaç gün, galaksilerle el ele bir çocukluk hayalimi gerçeğe çevirebilir Yıldızların Perisi!

Belki o zaman yıldızlara bakarak bu kadim kelt dualarını fısıldayabiliriz ve evren kutsar bizi kendi dilinde, kutsal ışığıyla...

Belki aradığım huzur o küçük zümrüt adanın kuzeyindedir.
Belki gidip görmenin, Perinin salonundaki kanepeyi ziyaret etmenin vakti gelmiştir!

7 Nisan 2011 Perşembe

döngü


"Ve nefesimi tuttum. En derine, en dibe inebilmek için. bıraktım kendimi hayat okyanusuna. beni dibe çeken zihnimin ağırlığıydı. Ve dibe daha çok vardı. ama gidiyordum. Yavaş yavaş. Dünya yuvarlak. Hayat da öyle. En derini aynı zamanda da en yükseğidir hayatın. Nereden baktığına bağlı. Nerede doğduğuna. Doğduğun yerden ne kadar uzaklaştığına bağlı. Elindeki şişede ne kadar hayat kaldığına..."
Kinyas ve Kayra
-Hakan Günday-

Acı, benim için hatırlayabildiğim ilk andan bugüne değin beni içine hapsetmiş bir mekan gibi. Bazen koşulsuz kabullenmeyle içine yerleştiğim, çıkarmaya çalışanı da içine çektiğim bir mabed gibi, kimi zaman da tüm direncimi kıran, kaçmak için tırnaklarımla zeminini ve duvarlarını kazmaya çalıştığım, daha çok acıdığım bir zindan.

Daha taze bir limon yaprağıyken çürüyen ruhumu hapsettikleri bir tımarhaneydi bir zaman, sonra
sanrılarla gözümde seraba dönüşen çöl gibi ıssız, kavurucu, lanet bir adama dönüştü birden.

Kendi acılarım dindi derken, bir başkasının acısında can buldu kalbime biriken iltihap onun yara izlerine bakarken yeniden -ki ruhundakilerden söz etmiyorum bile- bunlar gün gibi aşikâr, ilmek ilmek dikilmiş, kanı üzerinde kurumuş keskin ve soğuk neşter izleridir.

Başkasının acısına nasıl hapsolduğunu ve çıkmaya çalıştıkça nasıl daha da çok acıdığını görünce belki bininci kez ayırdına vardım acının bir döngü olduğunun.

Sen ne kadar geride bırakırsan bırak, ne kadar unutursan unut, kaç kez aşık olursan ol, dünyanın tüm serotonini salgıla sevişirken ya da bir kitabı ağzın açık okurken, büyük Zafer'ler kazanırken... Fiziğin o temel kanunu hep işler: Bir şeyi yukarı fırlattığında en tepeye çıktığı an yerçekimine yenilmeye başladığı andır. Düşer, çarpar, parçalanır.. acır.

Dönüp dolaştığın yer yine yenilgidir. Bu kavgayı sen kazansan da, sonrakini sen kaybedeceksindir, çıktığın her savaştan derin kılıç yaraların kalacaktır, kazandığın savaşların ertesinde yaraların iltihap kapmaz sadece... ama izler ölene dek orada kalır. Ve bir başkası gelip dokunmak istediğinde "ya acırsa!" diye asla izin vermezsin el değmesine. Sen bile unutursun gözünün önündeki izi, sıradanlaşır, bedeninin sıradan bir parçası olarak kalır, doğum lekesi gibi, hep oradaymış gibi... Yalnız dikkatle bakan biri çıkarsa görür belki..

Ölüm, bu yüzden kolay ve hakkaniyetli bir seçimdir
Bir devr-i daimle her seferinde daha büyük bir zehirle dönen acıya katlanmak yerine, sessiz bir uykunun tercihi doğru bir tercihtir bu yüzden, çünkü her iyileşme halinden sonra "çok şükür" yerine, "bir sonraki ne zaman?" demek uzun, karanlık bir tünelde terkedilmişlik gibi kesif bir korkuyla göğsüne yerleşir..

1 Nisan 2011 Cuma

limon

Oysa ben sadece, senin bahçendeki en kuytu dalda, kalın kabuklu, daldaki en dayanıklı ve en geç olgunlaşacak limon olmak istedim.. kokumdan sıkılmayacağın, taze ve yeşil bir tek limon…

...Erken olgunlaşmış meyvelere benzetiyorum kendimi, erkenden olgunlaştığı için çürüyen meyvelere… belki de olgunlaşmak, hep anıldığı gibi iyi bir kelime değildi insanlar için.
Çürüyorum, çünkü büyümeden olgunlaştım… güneş fazla kavurdu beni… ham meyvelere özeniyorum ya da yeni olgunlaşan, içi geçmemiş olanlara.. fazla olmuşluktan kararmaya başlayan, kabuğu yarılıp suyunu sızdıran, sinekleri üstünde toplayan bir meyve olmak ölüme yakın hissettiriyor beni..

Daldan düşmeye hazır, ağır...

Düşersem eğer suya düşmek istiyorum, serin, berrak, durgun ve mavi bir suya düşmek ve onun kumlu dibinde çürümek... ama delirmek değil bu, korkma ben delirmiyorum sadece çürüyorum… Erken piştiğim için çürüyorum, çok güneşte kaldığımdan yani... belki daha kısa bir dalda kalsaydım daha çok korurdu beni yüksek dallar sıcaktan, kuşların gagalarından... ama koruyamadı beni dallar, işte bu yüzden çürümek benim kaderim oluyor... taze, sert ve acımsı bir tadım olsun isterdim ne çok.. oysa o kadar bal akıyor ki son demindeki yarık kabuğumdan; o ballı tat yakıyor genzini, içini yakıyor ve suya muhtaç ediyor şiddetle seni... benim suçum değil ama! ben istemedim erken olmayı, çürümeyi ben bilerek istemedim... sineklere davet çıkarıyorum baygın tatlı kokumla, etrafıma üşüşüp yarık derime temas ediyorlar. nefret ediyorum onlardan pis ve mikroplu ayaklarını koca koca gözlerini sevmiyorum. bana dokunmalarından ve bakmalarından iğreniyorum! ama ben isteyerek çağırmıyorum onları, seslenmiyorum onlara asla, sadece ben istemeden akan kanıma geliyorlar, kanımdaki yakıcı balın kokusuna geliyorlar ve beni çürümekteki, öğütülmesi lazım bir meyve gibi görüyorlar...
Oysa ben sadece, senin bahçendeki en kuytu dalda, kalın kabuklu, daldaki en dayanıklı ve en geç olgunlaşacak limon olmak istedim.. kokumdan sıkılmayacağın, taze ve yeşil bir tek limon…
ama çürüyen, gevşek, kumsuz ve kahverengi bir armuttan başka bir şey değilim…
İçim geçiyor… sinekleri istemiyorum… içim kurtlanıyor… kurtlanıyorum, dayanamıyorum buna… Çürüyor ve yavaş yavaş ölüyorum…