İlkokul üçüncü sınıfa giderken okul koridorunda asılı dev dünya haritasına bakıp bakıp iç geçirir ve bir gün dünyayı tek bir sistem altında birleştireceğimin hayalini kurardım, henüz 9 yaşındaydım ve aklıma nereden böyle bir fikir gelmişti bilmiyorum, çünkü etrafımda bunlar konuşulmazdı, üstelik televizyonda sadece birkaç kanal vardı, onlar da tümüyle deneysel popüler kültür programlarının peşindeydiler, TRT'den izlediğim tek şeyse çizgi filmler ve geceleri kalkıp seyrettiğim piyano, keman, viyolonsel konserleri ya da operaydı. Oysa gündüz okulda hayalini kurduğum şey, tek dil benimsemiş, aidiyetin olmadığı, herkesin eşit durduğu, barış içinde yaşayan özgür bir dünya hükümetiydi. Üstelik insanlığa günü geldiğinde yapacağım konuşmalar için metinler bile yazıyordum bunların hayalini kurarken.. istediğim şey bir küresel dünyaydı, bunu ilk düşünenin ben olduğumu sanıyordum, çünkü bana göre eğer benden önce biri düşünseydi zor da olsa bunu yapmayı başarabilirlerdi. sanırım doğuştan içimde liberal bir globalist taşıyormuşum, bilmeden!
İşte nihayet büyüdüm ve artık benden önce de bunun hakkında düşünenler olduğunu öğrendim, kısacası dünyadaki tek akıllı(!) ben değilmişim!
Evet, küreselleşmeye üç bakış açısı hakkında konuştuk bugün Özge Onursal'ın dersinde, ben de 3 başlık altında ve öğrendikçe de edit ederek bu bakış açılarını paylaşmaya çalışacağım. nitekim şu an ders arasındayım kısa bir hiper küreselleşme özeti veriyorum, ayrıntılar daha sonra gelecek.
Hyperglobalization
Hiper Küreselleşmeciler aslında tam da şu an benim yaptığımı örnek gösteriyorlar tezleri için: ders arasında her hangi bir yerde elimin altındaki bir internet bağlantısı sayesinde Julio Iglesias dinlerken bugün siyaset bilimi ve toplumsallaşmayla ilgili konuşmalarımızı, bize ait fikirleri ya da varolan tezleri dünyayla paylaşabildiğim bir hiper iletim çağı! Küresel bir medeniyet düşüncesinden yola çıkan hyperglobalistler, devletin giderek zayıfladığını, gücünü artık tanrıdan alan krallıklar yerine, her geçen dönemde bireylere karşı daha fazla sorumluluk altına giren, yetkisini uluslarası kuruluşlarla paylaşabilen devlet yapılarının ortaya çıkmasıyla anlatıyorlar.(ki hocamızın örneği: devletin AİHM aracılığıyla halkının devletini dava edebilme hakkını vermesi ve yetkisini paylaşması) Keza STK'lar (Soros'un Açık Toplum'unun dünya üzerindeki etkisi mesela), uluslarası örgütlenmeler ve birlikler devletin tek olarak yapabileceğinden daha fazla etki, nüfuz ya da yetkeye sahip. Küreselleşmenin nedenini kapitalism, aracını ise hız ve kitlesel güce sahip teknolojik medyadan aldığını öne süren ve consumerism yani tüketimin aynı oranda üretim sağladığını ve durmadan yeniliklerin ve yeniden yorumlamaların da önünü açtığını düşünen hiper küreselleşme savunurları, bu dönemi küresel medeniyetin doğduğu yeni bir çağ olarak nitelendiriyorlar.
Bizans'ın tek tanrı, tek imparatorluk, tek imparator düşü, Kant'ın cosmopolitan ideal'ı ve bunları gerçek yapan teknolojik medya ya da hızlandıran demek daha doğru olacaktır, nitekim matbaa'nın icadıyla birlikte zaten görüşler birbirini etkilemeye ve ortak düşünceler kitleselleşmeye başlamıştı, iletişimin telegraf ve telefonla sağlanması, gazeteler, radyo, televizyon ve nihayet internet (üstelik artık interneti cebimizde de taşıyabiliyoruz) muazzam bir hızla (velocity) buna bağlı olarak yüksek yoğunlukla (intensity) bir etkileme ve değişim (extensity) yaratıyor ve bu büyük küresel sonuçlara (impact) zemin hazırlıyor. Büyük İskander'in savaşarak, katlederek, ömrünü bir idealde harcamasına neden olan dünyaya hükmetme isteğini bugün Amerika oturduğu yerden hollywood ve microsoft ile gerçekleştirebiliyor. Tabii teknolojik açıdan geri kalmış 3. dünya ülkelerine nüfuz edemediğinde askeri gücünü de alıp onları demokrasiye ve uygarlığa davet etmeyi de kendine bir borç biliyor, elbette petrol gibi kaynakları da oraya kadar gitmişken almamak ganimet ahlakına aykırı!
Küreselleşmeyi aynı zamanda amerikanlaşma olarak görebiliriz belki bunun nedeni sanayi ve teknolojiyi pazarlamayı ilk akıl edenlerin amerikalılar olması aslında, onların yüksek pazarlama gücü dünyayı yavaş yavaş kültürel olarak ortak bir üsluba alıştırma şansı verdi, ancak bugün sadece amerikanlaşmadan bahsetmek belki bir parça yanlış olabilir, çünkü diğer dünya kültürleri de kendi kültürlerini pazarlayacak güç bulduklarında bunu diğerlerine etki etmekte kullanıyorlar. Fransız ve Japon mutfağı diğer mutfaklara ve hatta şarap ve suşi birer yaşam/yeme tarzına dönüşürken, latin dansları dört bir yanda hep en çok sevilen ve öğrenilen danslara dönüştü, çince ve ispanyolca öğrenmek için birbiriyle yarışan insanlar artık CNBC-E dizileri kadar Güney Kore dizilerine de hayran olmaya başladı. Teknoloji bu anlamda ona sahip olmaya gücü yeten her ülke için zamanla bir fırsat eşitliği sağlayabilecek ve böylece insanların da bir seçme hakkı olacak, elbette bu düşünce milliyetçi bir bakış açısınca hoş görülemez, ancak globalleşme açısından kayda değer bir durum olduğu açık.
Bir yandan da küreselleşme çok ciddi bir adaletsizlik yaratıyor, gücü küresel hizmeti almaya yetmeyen ülkeler, toplumlar, kabileler bu dünyanın dışına itiliyor, sermayenin kölesi durumuna düşüyor ve küresel dünya bunun için adaletli bir çözüm öneremiyor; zira gücünü kapitalizmden alan küreselleşmede aktör kapitalizm ve Soros'un dediği gibi "Kapitalizm ahlaksız değil, ahlak dışıdır. Ahlakdışı olmasının sebebi de rekabet yaratabildiği kadar tekelleşmeyi de yaratıp adaletsiz bir pazar yaratma gücünden gelir." bu da küresel-modern ülkeler dışından ve hatta içinde fakirleşen insanların küreselleşmenin kurbanına dönüştüklerini gösteriyor. Open Society Institute gibi NGO yani STK'lar her ne kadar zenginden alıp fakire projelendirilmiş iş gücüyle para sağlamaya çalışsa da buna gerçek adalet denmiyor.
Diğer iki görüşten evvel HERO filmini de örnek olarak vermek gerek.. Jet Li'nin görsel şöleniyle ağızları açık bırakan filmi Hero aslında tam bir siyaset felsefesi tartışması: Çin'e adını veren Çin adlı hükümdar 17 farklı lehçe konuşan ve durmadan birbirleriyle savaşan bu yüzden de dışarıdan gelen tehlikeleri göremeyen boyları tek dil tek imparatorluk altında toplamak ister, ancak bu duruma karşı çıkan 3 suikastçi imparatoru engellemek için planlar yapar. Bu üç suikastçiyi öldüren, ancak onların yarım kalan işini yapmakta kararlı olan Adsız adlı bir başka suikastçi imparatoru öldürmek için karşısına çıktığında Çin ona birlik ve bütünlüğün halkın menfaatine sağlayacakları hakkında bir konuşma yapar ve Adsız oradan sağ çıkamayacağını bilmesine rağmen imparatora hak verir ve ölür. Çin böylece bir imparatorluğun temellerini atar.
Dünya bugün tek olmasa da hakim bir dilin egemenliğinde, sınırlar ve savaşlar olmadan nasıl yaşarız sorusunu hyper globalismle cevaplamaya çalışıyor... elbette sceptics ve transformationals bakış açılarının da 2. ve 3. bölümde neler öngördüğünü yazdıktan sonra bir karar vermek daha kolay olacaktır ya da belki daha zor!
güzel yazılarının devamını bekliyorum.
YanıtlaSilyorum başka zamana artık...
:)) çok teşekkürler bir tane bile yorum gelince mutlu oluyorum, yazıların okunduğunu bilmek çok iyi geliyor yuluğcum sağol..
YanıtlaSilÇok teşekkürler emeğinize sağlık :)))
YanıtlaSilEmeğinize sağlık teşekkürler :)))
YanıtlaSilÖzellikle örneklendirmeler konusunda güzel bir metin olmuş. Umarım burada kalmaz devamı gelir.
YanıtlaSil