Nietzsche “Ahlâk Dışı Anlamda Doğruluk ve Yalanlar Üzerine” yazısına şöyle başlar:
“Bir zamanlar parıldayan sayısız güneş sistemine dağılmış olan evrenin uzak bir köşesinde, akıllı yaratıkların, bilmek denen şeyi icad ettikleri bir yıldız vardı. Bu ‘dünya tarihinin’ en ukala veyanıltıcı dakikasıydı, ancak sadece bir dakikaydı. Doğa birkaç nefes çektikten sonra, yıldız soğumuş ve katılaşmış ve akıllı yaratıklar ölmek durumunda kalmışlardı. —Birisi böyle bir masal icad etse de, bu, insan aklının doğa karşısında ne kadar zavallı, ne kadar gölgeli ve geçici, ne kadar amaçsız ve tesadüfi göründüğünü göstermeye yetmezdi. Onun var olmadığı zamanlarda ebediyetler vardı; insan aklıyla ilgili her şey sona erdiğinde, hiçbir şey olmamış gibi olacak, çünkü bu aklın, onu insan yaşamının ötesine götürecek, fazladan bir misyonu yoktur.”
İşte Akira Kurasawa'nın yönetmenliğini yaptığı Rashomon tümüyle hakikatin bilinemezliğine atıfta bulunan bir sinema klasiği. Bir ölünün ve ölünün ruhu da dahil aynı anda sanık olan dört tanığın anlatımlarıyla ormanda ne olduğunu bilmeye çalışan polisler -yani bizler- hakikati öğrenme peşindeyiz sinema salonunun karanlığında, işte bu noktada Nietzsche’nin âhlak ve yalan üzerine düşünceleri bize, aslında hakikatin peşinde boş yere koşturup durduğumuzu söylüyor, nitekim Nietzsche’ye göre dilin olduğu yerde gerçek yoktur, çünkü hakikati asla bilemeyeck olan insanoğlu sözcüklerle olguları kendine göre yorumlayıp böylece sunacaktır, ancak yine de değersizce bir kesinlik içeren tek tanımlama totolojilerdir ona göre. Ve bunu da yazısında şu şekilde ifade eder:
“İnsan totoloji biçimindeki doğruyla tatmin olmazsa, yani içi boş kabuklarla yetinmezse, her zaman, doğruları illüzyonlarla değiştirecektir”
Rashomon’u Nietzsche’ye göre yorumlayacaksak eğer en başından yani Akutagawa Ryunosuke’nın Rashomon hikaye derlemelerindeki Ormanda adlı öyküsünden başlayarak yorumlamamız gerekir, nitekim Kurasawa, Rashomon’u bu öyküden sinemaya uyarlamıştır, ve yazı boyunca hakikatin yorumlarıyla her geçen an hakikatten uzaklaşacak olan bizler öncelikle Kurasawa’nın öyküyü filmleştirirken kendi yorumunu nasıl kattığını düşünmeliyiz... Hikaye film olarak önümüze gelirken daha başında değişmiştir, çünkü aslında derleme kitabındaki asıl Rashomon öyküsü bu filmde anlatılan hikaye değildir, bize Rashomon adıyla verilen hikaye aslında Ormanda adlı öyküdür. Buradan hareketle, yönetmenin ve öyküyü senaryolaştıranların hikayeyi nasıl yorumladığı ve asıl hikayenin ne olduğunu onu okuyana dek biz bilemeyiz.
Buradan hareketle filmdeki dört tanığı sanık yapan yine onların çelişen ifadeleridir ve bu ifadeler Nietzsche’nin bahsini ettiğimiz yazısının sonundaki müsvette notlarından birinde, “...doğruya sahip olmak, temelde, doğruya sahip olunduğuna inanmaktan başka bir şey değildir. Duygu, görev duygusu sözde doğrudan değil, bu inançtan yola çıkar.. “, “Doğru duygusunun temelinde inanç yatar” dediği üzere tümüyle olaya müdahil olanların tanıklıkları doğrunun ne olmasını istediklerine ve neye inandıklarına göre değişim göstermektedir ve bunların şekillenmesinde hakim dünya görüşleri de baskın çıkar, zira aşağıda tanıkların ifade özetleri ve yine yazar olarak benim şahsi yorumumla (ki bu da okuru hakikatten daha da uzaklaştıracaktır) ölü adamın karısının erkekleri, kocasının erkek dayanışması içine girerek karısını, haydutun diğerlerini ama daha ziyade kadını küçük görmesi ve kötü göstermesi ve ormancının da kendi suçunu örtbas etmek için diğerlerinin aşağılık taraflarını (kadını fettan, adamları korkak) ortaya dökmesinin sebebi neye inanıp, neyi göstermek istediklerinin işaretleridir.
Rashomon kapısında bir rahip ve bir köylüyle beraber ormancı anlatıma başlıyor.
Filmde ilk tanıklığı eden ormancı sadece bir kaç eşya ve ölü bir adam bulduğunu anlatıyor başlangıçta, ardından haydut Tojimaru kanı çok beğenip elde etmek istediğini, aslında adamı öldürme niyetinde olmasa da kadının adam için üzüldüğünü görüp kıskançlık ve öfkeyle adama acı vermek istediğini ve karısına gözünün önünde sahip olmaya çalıştığını, buna karşı çıkıp ona hançerle saldıran kadının sonunda hayduta teslim olduğunu ve onunla gidebilmek için kocasını öldürmesini hayduttan onun istediğini ve buna karşılık haydutun adama kendini savunma şansı verip iki erkeğin karşılıklı onurla düello ederek (erkek dayanışması) karşısındakinin canını verdiğini, ama diğer kadınlar gibi korkak olan kadının kaçtığını (kadın cinsinin aşağılanması) duyuyoruz.
Daha sonra ölü adamın karısından, haydutun kocasını bağlayıp ona zorla sahip olduğunu, daha sonra haydutun kaçtığını , ve kocasının kadına alaycı ve sanki durumdan hoşnutmuşcasına bir ifadeyle bakıp kadını korkunç bir durumda bıraktığını (erkek cinsini kötü gösteren tavır) ve elinde hançerle bunu yapmaması için haykıran kadının bayılıp uyandığında kocasını ölü bulduğunu duyuyoruz.
Ölü adam ise bir şaman aracılığı ile tanıklık ediyor ve haydutun karısını tecavüz ettikten sonra kadından kendisiyle gelmesini istediğini ve kadının mutlulukla bunu kabul ettiğini ve kocanın bu durumdan çok derin bir ızdırap duyduğunu (kadını suçlu bulan tavır), kadının gitmeden evvel hayduttan kocasını öldürmesini istediğini ama haydutun bunu reddedip kadını eğer kocası isterse öldürebileceğini ve adamın bu nedenle orada haydutu affedip karısından nefret ettiğini (erkek dayanışması) ve bu olay üzerine adamın aslında intihar ederek öldüğünü duyuyoruz. Burada ölü adam olayda bir dördüncü olduğunu ve göğsündeki hançeri çekip alan birinin olduğunu da ekliyor.
Ormancı burada şiddetle adamın hançerle değil bir kılıçla öldüğünü söylüyor ve aslında her şeyi gördüğünü itiraf ediyor ve olayı en başından anlatıyor, haydutun kadına zorla sahip olduktan sonra ona aşık olup kendisiyle gitmesi için yalvardığını, buna bir kadın olarak cevabı olmadığını söyleyen kadının onlardan düello istediğini, ancak kocasının ahlaksız bir kadın için hayatını riske atmayı reddettiğini ve kadının bu iki adamın korkaklıkları ve zayıflıklarına tepki gösterip onları aşağıladığını ve iki adamın korkakça dövüştüklerini ve sonunda şans eseri haydutun kocayı öldürdüğünü anlayıtor.
Şüpheci köylü ormancıya hançeri soruyor, çünkü aslında hançeri alan ormancı kendi suçunu gizlemek için hikayeyi kendince anlatıyor, zira ormancı hançe riçin adamı öldürmüş de olabilir. Böylece filmin sonunda ortada bir ölü adam olup olmadığını bile bilmiyoruz,çünkü ölü adam da sadece tanıkların sözlerinden türemiş bir varsayım olabilir çünkü adamın ölüsü mahkeme sahnelerinin hiçbirine yansımıyor. O ana dek insanoğlunun özundeki iyiliğe inanmayı isteyen rahip dünyanın yalanlarla ve kotulukle örülü bir yer olduğunu söyleyen ve bunu normal gören köylü adamın Rashomon kapısında bulduğu bebeğin kimonosunu alarak onu yağmurda korunaksız bırakması ve rahatlıkla o yapmazsa bir başkasının yapacağını söylemesiyle insanlığa dair umutlarını tümüyle kaybetme noktasına geliyor, fakat o sırada ormancı bebeği almak istiyor, ilk önce onun bebeği bile çalacak kadar kötü olduğunu düşünerek tepki veren rahip, ormancının altı çocuğu olduğunu ve bir tane daha beslemenin onun için sakıncası olmadığını bebeği kurtarmak istediğini söylemesinin üzerine rahip ormancıya ona hâlâ insanlığın özünün iyilik dolu olduğunu gösterdiği için ağlayarak teşekkür ediyor, ormancı da aslında utanılacak insanlardan birinin kendisi olduğunu söyleyip, ama zavallı küçük bir bebeği korumayacak kadar gaddar olmadığını göstermeye çalışarak hem rahibe hem kendine iyliğin varlığını kanıtladığını gösteriyor izleyiciye, ama elbette Nietzsche’nin penceresinden bakıldığında durum hâlâ aynı, zira rahip dünyanın iyi bir yer olduğu düşüncesiyle bir din adamı olarak kendini tatmin edip mutlu oluyor, çünkü gerçeğin vehametini görecek kadar yürekli değil ve iki yüzlü, ormancının hırsız olduğu gerçeği de onun yaptığı iyilikle kapanmıyor, en nihayetinde ormancı da suçunu saklamak için yalan söylemiş kusurlu bir insanoğlu. Ve dünyanın yalanlarla dolu, kötü bir yer olduğunu söyleyen köylü de aslında Nietzsche gibi görülebilir... Ama elbette köylünün yani Nietzsche’nin dünyaya dair görüşleri de totolojik değil, tümüyle yorum. Dünya kötüdür, çünkü kötüdür diyemeyiz, neden niçin sorularını yanıtlamamız gerekir, bu Tojimaru’nun onu yakalayan adama “Yalnız bir budala, budalaca laflar der, çünkü budaladır!” demesi gibi kendi içinde bir durum değildir.
Köylünün yani Nietzsche’nin sözleri de aslında olguların dille yorumlanmasından başka bir şey değil, böylece kesin de değil... Bu durum olsa olsa Karl Popper’ın yanlışlanabilirlik teorisiyle kabul görebilir: bir şeyin yanlışlığı kanıtlanana dek o şey doğrudur! Yani dünyanın tümüyle iyi olduğu kanıtlanana dek köylü haklı kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder