Powered By Blogger

28 Haziran 2011 Salı

o sabah

Gördüğüm en yüksek ev tavanıydı, altı metre yüksekliğinde; ahşap oymaları olan... Eski, demir oymalı, siyah bir karyola ve bembeyaz örtüler ahşap tavanın altında... Ve boydan boya pencereler... Alabildiğine günışığına kucak açan.

Gözümü açtığımda, üzerine uzandığım kola ve parmak uçlarının değdiği yere baktım, antika, çevirmeli telefonun avizesine ve yanı başında duran güzel baş ucu lambasına takıldı gözlerim, bir de yere uzanan o güzel beyaz dantelaya... O an aklıma hayli zaman evvel yazdığım bir paragraf geldi:

"kendimi bildim bileli huzursuzdur ruhum.. zihnim karışık, duygularım bulanıktır. bundandır sükûneti evlerde aramam... kendi bedenimin kabına, kalıbına sığamadığımda, yattığım yerde uyuyamadığımda, sokaklara dolamadığımda: evde olmak isterim.. evimde olmak...

yüksek tavanlar düşlerim, beyaz duvarlar, güneş ışığıyla yıkanmış zeminler üzerindeki uzun bir masanın etrafında dolaşan minicik ayaklar... gözlerimi kapar, uzun camların önünde düşlerim kendimi.. o camları örten ince tüllerin ikindi meltemiyle havalanıp beni sarmaladığını, burnuma gelen serin deniz kokusunu, düşmekte olan akşam güneşinin ışığını düşlerim... ait olmak.. bir eve.. bir adama.. bir hayale... işte ezelden beri huzursuzlukla kıvranan hırçın ruhum, bunu düşler yorulduğunda... hiçbir yere, hiç kimseye ait hissedemeyen ben, tüm hoyratlığıma inat ait olmak isterim bazen..."


İlk kez ömrümde o sabah yanıldığımı farkettim. Daha önce hiç gerçekten ait olduğumu hissetmemiştim. Ne bir fikre, ne bir eve, ne de bir adama; bağlandığımı hissettim, ama aidiyet başka bir şeydi... Ben, ilk kez o sabah bambaşka bir yerde, yüksek tavanların ve beyaz örtülerin altında, uzun pencerelerden sızan ışıkta birine, bir hayale ve onun sevgisine ait olduğumu hissettim ruhumun en derinine değin... Açık pencerelerden dolan kuş seslerine karışan uykudaki nefesi dinledim, her güne o nefesle uyanmak istediğimi farkettim... O odada ve o evde eksik olan tek şeyin sevdiğimiz uzun masalardan biri ve etrafında koşan minik ayaklar olduğunu düşündüm dinledikçe soluğunun sıcak sesini, dönüp yüzünü izledim. O yüz ki, ilk görüşümde gülüşüyle içime karışan heyecanın müsebbibi, uyurken çocuklaşan dudak kıvrımlarının mabedi ve gecelerce uykuda izlemeye doyamayacağım ifadenin sahibi... Düşündüm: Uyurken nefesini beklediğin, öksürünce ürperip telaşa geldiğin insan ya çocuğundur, ya da çocuk yapmak istediğin adam...

Nasıl da sevdiğimi farkettim. Hiç olmadığı kadar...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Ben, Bugün.



içimi çok acıtan her şey bana savaş muhabiri olup acının ve çaresizliğin içine gitme, parçası olma isteği verdi.. bu tıpkı, düşünmekten kurtulamadığın kötü bir şeyi unutmak için tırnağını parmağına batırarak zihnini ordaki acıya yönlendirmek gibi..çünkü düşünceyle gelen tüm ruhsal acılar benzer iki yolla unutulur; boyutları farklı olsa da. ya başka bir mutluluk, ya başka daha büyük bir acıyla. Ben ikinciyi seçtim.

Unuttuğumu sandığım anda önüme çıkan, ruhuma bir karartı gibi çöreklenip, yüreğimi mengeneye alan her şey beni kaçmaya itti. Arkamı dönüp gitmeye, üstelik daha çok acıtacak bir yere, bir başkasının acısını görmeye, çünkü başka birinin acısı sizi çaresiz bırakır üstelik masumsa ve çaresizlikten daha koyu bir ızdırap yoktur gökkubbenin altında. Çekilebilecek daha büyük bir acı kalmamışsa eğer, canınız artık yanmaz. İşte tüm bu sonsuz acıyı dindirmek için ölümün içine yürümek en eşsiz çaredir.

Bugün bu şarkıyı belki bininci kez dinlerken her bir sözünü ve ritmini kalbimden damarlarıma hücum eden bir zehir gibi dinliyorum, hissediyorum iliklerime değin. Bugün, ben, önüme çıkan, bana mutluluğun kısa vadeli ve güvenilmez olduğunu hatırlatan her şeye sırtımı dönüp gitmek istiyorum. Çocukluğumdan beri beynimi ele geçirmiş olan savaşın, vahşi olan doğanın, karanlığın içine koşma isteğime boyun eğiyor, kalmayı değil, kaçmayı seçiyorum. Biliyorum ki araftayım. Biliyorum ki burası yanılgıların savaş yeri, kalplerimiz ve ruhlarımız paramparça. Oysa savaş ve ölüm korkusu ormanda ya da denizin ortasında kalakaldığında fırtınanın içinde bir dinginlik yaratır. Çaresizliğin verdiği ilk karmaşa ve korku diner yavaş yavaş ve kabulleniş gelir. Huzur artık içindedir.

Ben, bugün. Kendimi incittim. Acıya sarıldım. Bir yol bulabilirdim. Bulmak yerine gitmeyi seçtim.

17 Haziran 2011 Cuma

Kırk İkindi Yağmurları


Vincent Van Gogh - St. Remy

Bozkır çocuğu değilseniz, yani hep deniz kenarı kentlerin, sahilboylarının büyüttüğü memleketlerin çocuklarıysanız, bozkır sevilmez, denizsiz yaşanmaz sanıp yanılırsınız...

Oysa ancak bozkırın ateşinde kavrulup Kırk gün boyu ikindi yağmurlarıyla ıslananlar bilir, boz tarlalardaki filizleri yeşerten bereketi, o bereket ki boyumuz kadar yeşil ekin olur, lacivert bulutlar üzerine serperken rüzgârı arkasına almış yağmurları, o boyumuzca buğdaylar salınır nazlı nazlı... lacivert bir gökle, yeşil bir yeryüzü sarmaş dolaş olur ancak o vakitler, tıpkı bir Van Gogh tablosunun anlattığı gibi...

Kırk gün sürer o yağmurlar, o uzun günler boyu önce güneş öper alnından toprağın, sonra akşam vakti ansızın koyulaşan gök akıtır aynı toprağın bağrına bereketini, ki döl versin toprak ana, gök tanrının hükümranlığına...

Şimşeklerin ve gök gürültülerinin sağanağında insanoğulları ve kızları ancak aczlerini saklamak için inşa ettikleri evlere sığışır, toprak ve göğün birleştiği o kırk ikindi boyunca.

Ve ardından o kırk günün, gök tanrı durulur, toprak ana dinlenip büyütmeye başlar meyvelerini... Güneşin yaktığı o bozkırlar artık sapsarı buğday denizlerine dönüşür... 
Bir sonraki bahara dek. 

Kırk İkindi Yağmurları

aşk geldi sonra
-o en güzel yazgımız-
bütün yasakları çiğneyerek
sen geldin
ten ateşe dönüştü
sabahlara kadar seviştik

aynı nehrin yatağında iki çakıldık
alnımızda kırkikindi yağmurları öpüşür
pul pul dökülürdü yıldızlar
ne varsa günlerin sofrasında
başdaş kurup bölüşürdük

sonra gittin
yarım kaldı türkümüz
paslı bir maviye boğdun
gözlerin renginde bir sevinci
gittin yollar girdi araya
duvarlar teller girdi
kırkikindi yağmurları yok artık
bozuldu bağlar

unutulur derlerse de inanma
en umulmadık yerde
bazı bir şiirin orta yerinde
göz göze geliyoruz ellerin ellerimde

şimdi uzun ağrılı ve gergin
uyku tutmaz gecelerde ayrılığın sazıyım
bir türküyü çoğaltıyorum
adına ve yarasına güvenen bir sızıyım

-a. hicri izgören-

16 Haziran 2011 Perşembe

Eşik

11 Haziran 2011 Cumartesi

Bir DrifterPoet Şiiri

yağmur birikintilerine ebru yapıyorum\gözyaşlarıma
belki de kaderimin en güzel sudan sebebisin

ki sular kadar güzelsin -suların üstündesin
şimdi kağıda çekiyorum seni incecik

ah, bir köşesine yazmak isterdim ama
suyun kuvveti kaldıramaz güzelliğini!
--------------------------------------------------------------------------------------------------

Yıldırım'ın (soyadını bilemesem de henüz) http://drifterpoet.blogspot.com/ adresli blogunda paylaştığı ve sanıyorum hemen hepsi edebiyat dergilerinde yayınlanmış (Varlık gibi!) şiirleri her okuduğumda beni çok etkiliyor.. Mayna mesela... S/ayıklamalar ya da... ama şu yukarıda paylaştığım muhteşem dizeler beni gerçekten çok etkiledi... Çok daha basit cümlelerle, çok daha kısa bu şiiri belki diğerlerine nazaran, lakin o kapalı kutu erkek neslinin içinden sızan ışık huzmesi gibi akıttığı cümleler var ya bazen kadınlar için, tıpkı Cemal Süreya'nınkiler gibi, bu işte öyle bir şiir benim için...

Okudukça okutan, okundukça anlamlanan güzeller güzeli bir şiir...

Yazdığım bu yazı bir kadının içini kelimelerle bunca güzel döken bir erkek şaire
teşekkürü olsun...

Gözyaşı dökerek...



Çiğdem Erken'in çıkması merakla beklenen Kız Kafası albümü sonunda çıktı ve ben bugün dinledim...

Bir şarkı var ki içinde "Ölürsen haber ver" diye... Belki içinde 2.40. saniyede başlayan, o sözleri insanı delip geçen Selçuk Yöntem'in dilinden dökülen şiir olmasa bu kadar zihnimi ele geçirmezdi parça, ama beni darma duman etti...

Bana beni öldür affedene dek, sonra bir gün yeniden dirilt diyen; sesini, nefesini özlediğim ama bir türlü affedemediğim adam, seni öldüremiyorum, ama ölürsen eğer haber ver...

öldümse yüreğinde ben artık / oldukça ölüyüm demek
öldümse belleğinde dönenceleri seçemeyerek
demek ki öldürmüşsün sen beni melek / göz yası dökerek

ama öldüysem nolur haber ver / sana söz vermiştim haber vermem gerek
öldümse kucağında uzaktan sevilerek / öldümse yatağında hınçla sevişerek
öldürmüşsün beni çok severek / benzersiz şişme bebek

ama öldüysem ne olur haber ver / sözümde durmam gerek
haberi yine ben vereyim sana / bilirim en çok sen düşkünsün bana
sevgiden öldürerek

10 Haziran 2011 Cuma

kaybolmak

yeşilköy sahili - 06.06.2010
Kayboldum.

Beş yaşında bir kaşif olmaya karar verip küçük sarı bir valizle evden kaçmaya karar verdiğim günden beri hep kaybolmak istedim, ama yollarda... çünkü yolda kaybolmak, evrene karışmak gibi.. kendi ruhunda kaybolmak, yeni bir atmosfer keşfedip nefes almayı yeniden öğrenmek gibi...

Şimdi, kayboldum.

Ama yanlış yerde. Yollar değil kaybolduğum yer. Bir adamın yüz çizgilerinde ve teninde. Başka bir atmosfere hapsoldum, nefes alamıyorum. O sundukça bana, içime çekmem için bir nefeslik daha ikliminden, ben alışmak yerine daha da sarhoş oluyorum... kayboluyorum... gitmek istiyorum... gidemiyorum.

Duruyoruz yan yana üzerinde kuru otların bittiği kumsalda, vakit akşam vakti, gün batmakta ve "pamuk renkli bir bulut" akıyor ufukta, kızarmış yanakları alaya dönen aşık bir genç kadın gibi ve denizin kokusu ve rüzgâr göğsümüze vuruyor biz yan yana susup anı ve kendimizi dinlerken... O bir anı çalıyoruz hayattan, kısacık tarihimize dolan onlarca eşsiz ana ekliyoruz, bizi uçurum kenarlarında dolaştıran o tek hataya rağmen...

Sonra gün geceye dönüyor, biz bir kez daha yarimiz haziran akşamına sarılıp kilisenin dibindeki bir masada Yeşilköy'ün o kadim kimliksiz, ruhani ışığına baş eğip kaldırıyoruz kadehlerimizi bu kez bizi her şeye rağmen birleştiren hayata...

Ve..
Adam, "İyi ki sevdim seni kadın..." diyor ve kadın bakıp gözlerine adamın sessiz bir tebessümle içinden hiç dile dökmeden "iyi ki sevdim seni..." diyor...

Kendimi bulduğum bir an oluyor gülüşünde...

Sonra yine kayboluyorum, gözlerinde -yollar hariç değil.-

3 Haziran 2011 Cuma

Başka Türlü Bir Şey Benim İstediğim



Bugün uyandım... Açık pencerelerden güneş ve rüzgâr tülleri havalandırarak düşürdü hûzmelerini yüzüme, ellerime... Bugün uyandım... Kendime yeni bir ömür diledim; sanki daha bu sabah doğmuşçasına yeni, tertemiz, kirletilememiş taze bir yaşam istedim...

Bugün uyandım... ve anladım: Başka türlü bir şey, benim istediğim...

Baharda badem ağaçları ve erikler ilk çiçek verdiğinde havaya dolan taze koku gibi, ılık ve durgun, kuş sesinden başka sesin olmadığı bir iklim gibi... hatırlamanın değil, unutmanın hafifliğine sahip yüksüz bir ruh gibi... Huzura el değecek bir tek kötü elin barınmadığı ıssız bir köy gibi...

Başka türlü bir şey... şimdikinden farklı... şimdikinden güzel... ve temiz alabildiğine... ve yalansız...

ve annenin çocuğunu sevdiği gibi karşılıksız...

Metaforlarla İkonlaşan Bir Katil: Arkan

Arkan ve Kaplanları
        Arkan söz konusu olduğunda sayılamayacak kadar teşbih, metafor ve metonomi bulmak mümkün; çünkü o ikonlaşan bir katil. Sırp Kasabı diye anılan Zeljko Raznatovic yani kod adıyla Arkan, bir döneme damgasını vuran, korku saçan ve kitleleri öldüren bir katildi. Öyle çok lakapla anıldı ki, radikal milliyetçi hayranları da vardı, öldürülüşünü dünyanın bir canavardan kurtuluşu olarak gören mağdurları da… Sırbistan’da kimilerine göre halk kahramanı, kimilerine göre kara lekeydi. Kumarhane zengini olan ve disco-hotel kralı denilen bir derin devlet kuklası olarak da bilindi, mavi sakal da dendi, çocuksu yüz hatları yüzünden bebek yüzlü katil de. Kendini kaplan simgesiyle gösteren Arkan hiç kuşkusuz bebek yüzlü bir -bebek katiliydi.-
            Onu ikonlaştıran bu fotoğraf Ron Haviv tarafından çekilmiş, ardından Haviv, Arkan tarafından tehditlere maruz kalmış ve kaçmıştı. Kendini ve bir sırp futbol takımının fanatik, holigan taraftarlarından devşirdiği askerlerini, kaplan olarak tanımlayan Arkan, bu fotoğrafta yavru bir kaplanı ensesinden yakalamış, arkasına askerlerini almış vaziyette duruyor. Charles Sanders Pierce’ın çalışmalarına binaen: benzeyen Arkan ve adamları, benzetilenin kaplan olduğu bu resim ve takım adı olan (Arkan’ın Kaplanları) Kaplan artık onları temsil eden bir simgeye dönüşmüş durumda.
            Kendini ve adamlarını kaplan gibi yırtıcı ve güçlü gören Arkan sevenleri tarafından da bu metaforla benimsendi. Üstelik kaplan figürü sadece bir metafor değil, aynı zamanda bir metanomi de içermekte. Zira o dönemi bilen ya da Arkan’ın gölgesinde bir dönem yaşamış her Balkan insanı Kaplanlar geliyor dendiğinde kastedileni hemen anlayabilir ve Arkan’la ilişkisini kurabilirdi, bugün hala Balkanlarda yaşananlar konuşulurken Kaplanlar sözü geçtiğinde konuyu bilen biri kastedilenin Arkan ve askerleri olduğunu anlayacaktır.
            Kendi içindeki hikayesiyle kaplan metaforunu, aynı zamanda metanomi olarak sunabilen ve bugün artık ikonlaşmış fotoğraflar arasında anılan bu Haviv fotoğrafı, bir dönemin zulmünün nasıl özgüvenle sergilendiğinin de resmidir.