Powered By Blogger

31 Aralık 2010 Cuma

Büyük Ada

2010 Şubat'ında Belçika'dan gezmeye gelip bende kalan arkadaşlarımız An ve Mie'yi gezdirmek için gitmiştik Büyük Ada'ya, sonra Ağustos başında bir Burgazada turu da yaptım ama o günü kara bir gün olarak kişisel tarihime düşüyorum şimdilik... Sessiz, yeşil, güzel evleri olan her yer benim için en güzel yer olduğundan her ada benim için ayrı bir aşk. Heybeliada'da mahsurluğum bile vardır, bu blogun ilk yazılarından biri de "mahsur cumartesi" adıyla o günü anlatır zaten. Bu yıl şans eseri çok sevdiğim bir arkadaşımın davetiyle Büyük Ada'da geçecek.. Daha mutlu olamazdım herhalde.. Hani belki Ada'da yeni yıla girince bütün yıl adada mahsur kalırım umudu içindeyim! vasiyetime not düşeceğim küllerimi kır gazinosunun bahçesine döksünler, olmadı gömsünler... belki huzuru orada bulurum son demde. 

Aşağıda yılın en güzel günlerinden birinin fotoğrafları var... An, Mie ve Gülten... Şubat ayında dallar çiçek açmış Ada'da ılık bir hava... Ben o sıralar yine uçuyorum, deniz derya peşindeyim... hayatın ne kadar sürpriz dolu, ne kadar ışıklı bir şey olduğunu anımsıyorum bu fotoğraflara bakınca.. söylediğimiz şarkılar sürekli değişiyor ne de olsa... öğrendiğim italyanca cümlelerle kahkalar atıp, hakkımda capitano diye şarkı uyduran arkadaşlarım vardı o gün yanımda. 

Bekle bakalım Büyük Ada bu yılı koyun koyuna geçireceğiz seninle... 











29 Aralık 2010 Çarşamba

umutsuz özgürlük


"Tüm umudunuzu kaybetmek özgürlüktür." demişti Tyler Durden.

Bir türlü kaybedilmeyen umutlar dayanılmaz bir ızdırabı da peşinde sürükleyerek örselerken benliğinizi, artık tümüyle bitirdiğiniz umut, özgürlüğün ve huzurun kapısını açar bir bahar sabahı ışığıyla.

Süregelen bir umudu topyekun yitirmek hayli zor, uzun, zahmetli bir iştir, zira öyle yapışkan, öyle korkunç bir duygudur ki en kutsal sanılan o duygu tümüyle tükenip tüm gemileri yakıp, köprüleri atmanızı sağladığında; yokluğuyla kutsallaşır aslında.  Özgürlüğün soğuk ve keskin rüzgarı nasıl da serinletir bir yangından arta kalma yüreği ve nasıl da güzeldir; belirsizlikten, acı bir katiyetle "en nihayet"e erebilmenin şerefi!

Umut bitince, bağlayıcı tek bir hücre kalmamıştır geriye. Yol açıktır artık.

Yola çıkarken etrafınızı izler ve büyük bir soruyu cevaplarsınız: neden umut ettiğiniz sorusu yanıt bulur sonunda:
 Sevdiği için umut etmez insan, sevildiğini düşündüğü için umut eder, giderken duyduğunuz özgürlük sevilmek kemendinin boynunuzdan sıyrılan rahatlığıdır: sevilmediğini anladığı vakit insan özgürlüğün kanatları ilişir omuzlara... yoksa sevmek yola çıkınca son bulacak iş değildir. o da sizinle gittiğiniz yere gelir.

27 Aralık 2010 Pazartesi

yar-ık




      İçim yarılıyor

İçimde bir şey

Galiba

Yüreğim
 
yar-ılıyor








affet

Şairleri ve şiirleri insanlarla anmak yapılacak en yanlış işlerdendir aslında.. çünkü ne zaman adını ansalar şairin yahut ne zaman en sevdiğin o şiiri okusa biri istesen de istemesen de unutmaya yüz tuttukların serilir önüne... ama işte bazı şiirler öyle yazılmıştır ki sanki şair Cemal Süreya değil unutmaya çalıştığındır, hatta bazen sensindir... çocuksundur.. çocuk gibi sevilmişsindir... çocuk gibi uyumuşsundur birinin koynunda... ama yanlıştır yine de o şiiri yazamamış birini düşünüp onun kaleminden çıkmış gibi bakmak şiire... Süreya'ya ayıptır.. sana yazıktır... affı olmaz bazı sözlerin. bazen çocuk affedilmez halde hırçındır, bazen şair L şairliğinden utandıracak kadar affı olmayan bir cümleyi yazmaya kalkmıştır... bir rüyanın içinden kalkar gider çocuk. rüya gerçek olur. kalkar gider çünkü çocuk... zaten hiç sevilmemiştir ki.

Yine de kıyamaz Süreya'nın şiirine.. oturur okur.. söz verir ölü şaire "bir daha kimseyi yerine koymayacağım, kimseyi anmayacağım senin satırlarında. zaten kimse beni böyle sevemezdi: affet beni Cemal Süreya..."



Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların

Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur

Bunlar da saçların işte akşamdan çözüldü

Bak bu sensin çocuğum enine boyuna

Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki

Sabahlara kadar koynumda yatmışsın

Bak bende yalan yok vallahi billahi

Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur

İşe bak sen gözlerin de burda

Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık

İyi ki burda yoksa ben ne yapardım

Bak çocuğum kolların işte çıplak işte

Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün

Gözlerin sabahın sekizinde bana açık

Ne günah işlediysek yarı yarıya

Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların

Bunların konuşması olur öpülmesi olur

Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde

Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu

Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu

Uzanmış seni usulca öpmüştüm

Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.

Cemal SÜREYA

(Üvercinka)







25 Aralık 2010 Cumartesi

BBC ve Thatcher hakkında bir incelemenin ön hazırlığı

Dünyanın her yerinde medya kuruluşları ile siyasi otoritelerin ilişkileri ve yönetimlerin medya üzerindeki baskıları ya da medyanın subjektif tutumuyla toplumlara kalıpsal bir tavır enjekte etmesi gibi problemler medya kuruluşlarını güvenilmez bir konuma taşımıştır, buna karşın British Broadcasting Corporation (BBC) tümüyle devlet destekli olmasına rağmen tüm dünyadaki en güvenilir medya kuruluşu olarak anılır. Bu çalışmada, dünya çapında objektif tavrıyla değer bulmuş olan BBC’nin Britanya’nın en çok anılan Başbakanı ve yönetim kadrosu döneminde, ki bu hayli uzun bir süreçtir -1979/1990- nasıl bir süreçten geçtiği incelenecektir. Soru başlangıçta muhafazakar görüşleriyle ses getiren ve Sovyetlerce Demir Leydi lakabını alan Margaret Thatcher’ı ve kendisiyle birlikte takipçilerinin yarattığı Thatcherism akımının BBC yayınlarını nasıl etkilemiş olabileceğine dairdi, ancak daha sonra –BBC’yi konu alan bir çalışmada olması gerektiği gibi- iki yönlü bir bakış açısıyla konuya yaklaşmanın daha doğru olacağını düşünerek bir soruyu daha tartışmaya karar verdim: BBC haber politikalarının Thatcher ve hükümeti üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?

BBC’nin objektif tavrının doğrulanması, bunu nasıl sağladığı ve muhafazakar, sağcı bir yönetim tarafından dönüştürülebilme ihtimali ya da tam tersi bu tür bir yönetimi dönüştürmesinin mümkün olup olmadığına dair yapılacak bu araştırma, kendi medyamızla bir kıyas yapmamızı sağlayacak ve belki kendi çalışma sahamızda yeni prensipler oluşturmamız konusunda bir yol açacaktır.

Çalışmanın sınırlarını değişim varsa daha net görebilmek adına Thatcher’ın muhalefet lideri olduğu birkaç yılı araştırmanın başlangıcı olarak alıp, yine 1990 yılından –başbakanlığının bitişi- sonraki birkaç yılı da konuya dahil ederek bir kıyas yapmayı mümkün hale getirmek gerekmektedir. Araştırma yaparken izlenecek yol BBC’nin kendi iç politikaları ve diğer hükümetlerle ilişkilerinin kısa bir yorumu, Thatcher’ın siyasi kimliği, hayatı ve iç-dış politikadaki etkisi ve daha sonra BBC’nin Thatcher ve yönetiminin etkisine ve faaliyetlerine etki edip etmediği, yine Thatcher ve yönetiminin de BBC yayın politikalarına nasıl yaklaştığı üzerinden olacaktır. Ayrıca araştırma süresince belgesel, konuya ilişkin kitap ve makaleler ve elektronik kaynaklardan yararlanılacaktır.

Bibliyografi:

1. Young, Hugo. One of Us: a biography of Margaret Thatcher, London: Macmillan, 1991

2. Küng-Shankleman, Lucy. Inside The BBC and CNN: Managing Media Organisations, London; New York: Routledge, 2000

3. Longmate, Norman. Writing for the BBC: a guide for proffessional and part-time freelance writers on possible markets for their work within the BBC, NewYork: BBC/Parkwest Publications, 1988

4. Stokes, Jane and Reading, Anna der. The Media in Britain:Current Debates and Developments, Houndmills, Basingstoke, Hampshire : Macmillan ; New York : St. Martin's Press, 1999.

5. Semetko, Holly A. The Formation of campaign agendas : a comparative analysis of party and media roles in recent American and British elections, Hillsdale, N.J. : L. Erlbaum Associates, 1991.

6. Şen, Gülden çev. Margaret Thatcher: Başbakanlık Yılları, İstanbul: Gençlik Yayınları, 1995

7. Evans, Eric J. Thatcher and Thatcherism (electronik resource) London; New York: Routledge, 1997

8. Dorman, Andrew M. Foreword by Michael Clarke. Defence under Thatcher [electronic resource] Houndmills, Basingstoke, Hampshire ; New York : Palgrave, 2002.

9. Kendall, Kenneth. Yön. A year to remember 1979 [VHS]. British Pathe News Limited, 1992.



Araştırmanın zorlayıcı kısımlarından biri BBC’nin çok uzun bir geçmişi olması ve aslında konuyu hakkıyla çalışmak için tüm bu süreçteki değişim ve dönüşümlerinin incelenmesi gerekliliği ve yine Margaret Thatcher’ın da on bir yıllık başbakanlık dönemi öncesindeki muhalefet liderliği ve uzun siyasi kariyerinin de bilinmesi gerekliliği. Bu nedenle her ne kadar sınırlama yapılsa da konuyu bu sınırlar içinde tutmak ince bir çalışma gerektirecektir. Yine ikinci bir soru da Britanya’nın siyaset ve BBC’nin medya konusunda diğer devletlere göre sağladığı istikrar ve başarıyı düşünürsek araştırmanın sonucunda tatmin edici ilginç bir bulgu elde edilememesi de mümkün olabilir. Buna rağmen Thatcher döneminin Britanya ve dünyadaki Demir Leydi etkisi bu şüpheyi azaltmaktadır.











17 Aralık 2010 Cuma

acı.

Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
Çömelmiş oturuyor,
Yüreğini ellerinde tutuyordu.
Yiyordu.
Dedim ki: Tadı güzel mi dostum?
"Acı, acı," diye karşılık verdi;
"Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim.



(H. Crane, Nilgün Marmara'nın "Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi" kitabından)

13 Aralık 2010 Pazartesi

erdener'in sesinden..


Atatürk'ün en sevdiği türkülerden diye bilinir Bülbülüm Altın Kafeste, ben de içten içe mutlu olurum benim de en sevdiğim türkü olduğu için... bir de Selva Erdener yorumu vardır Bülbülüm altın Kafeste'nin, Ata yaşasaydı da bu yorumu dinleseydi eminim büyülenirdi, zira çağdaş çok sesli türk müziğiyle ve insanın kalbinde yankı bulan soprano bir sesle nasıl bu kadar kusursuz yorumlandığını görünce eminim gururlanır ve daha da çok severdi eseri.. Türküyü Erdener'in eğitimli soprano sesinden her dinlediğimde daha da anlamlanıyor sözler sanki; o bülbülleri har ağlatır, aşıkları yâr ağlatır derken bir çığlığa dönüşen sesiyle ağlatıyor dinleyenlerini.. düşünüyorum Mustafa Kemal kimi düşünürdü dinlerken sözleri diye.. ötme bülbül yarim hasta derken sözler, 

Fikriye mi geçerdi yüreğinden, yoksa uşşakîlerin gururlu kızı Latife mi?

benimse içimde en çok yankılanan dizeler her zamanki gibi: 
"ben sana dayanamam yârim, ben sana aldanamam."


7 Aralık 2010 Salı

geçmişini yeniden yaz

Gustav Klimt- Der Kuss

...eline bir Bedri Rahmi Eyüboğlu kitabı sıkıştırıp, bir okyanus öteye yolculamıştım çok sevdiğim bir adamı... haftalar boyu -bir yazarın dediği gibi- o hüzünden bu neşeye kondukça yüreğim, evimden uzakta başka bir kıtada dinlerken oblivion'u, ben de okudum Eyüboğlu'nun tekrar tekrar her bir şiirini... oradan oraya göçerken aklımda sorular ve kalbimde kanamalarla, uykusuz bir Viyana gecesinde, saraydan satın aldığım defterin kapağındaki Klimt'in Der Kuss'una baktım,  Coelho'nun kitabını yeniden okudum... sonra durdum ve o defterin ilk sayfasına -kente dönüşümde okusun diye- onun için bir mektup yazdım... ama mektubu okutmaya cesaret edemedim, çünkü kente ben döndüğümde çocuklar eteklerime sarılmadılar "haydi seni bekliyor!" diye... aksine o kırgınlıklarını bir okyanus boyu sırtlayıp, suskunluğuna sarılmış beklerken, çocuklar hüzünle sokak aralarına dağılmışlardı...


şimdi dosyalarımın arasına habersizce iliştirdiğin satırlara bakıp düşünüyorum: "geceyi uyut, günü yarat... geçmişi yeniden yaz, kaybolanı arat..." 


geçmişi yeniden yazmak mümkün mü? 


geçen gece uykumda kulağıma fısıltıyla bir ses çalındı... tek bir cümle akıyordu ard arda hiç durmadan... tanıdım sesini; 
o ses yitirdiğimiz geçmişin kayıp cümlelerinden bile daha gerçekti...

28 Kasım 2010 Pazar

bir ağustos vakti

Por una cabeza'yı dinleyip pervaneler altında tango yapılan, akşamları denizin ılık rehavetine yürünüp, neşe ve huzur bulunan kısacık bir zaman yaşamıştık bir vakit...
İri bir yakut yitirmiş gibi hayıflanıyorum kaybettiğim o demi düşündükçe şimdi... dönüş imkansızdır, ama görünce o vakitten bir iz, Attila İlhan'ın Révolition'unu söylüyorum için için... çünkü bir zaman biz öyle idik.


sarmaşıklı bir ev, güneşli tertemiz camları,
yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
sen işinden ben işimden dönünce akşamları,
soframız hazır taze ekmek limon çiçekleri,
billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz,
sonra ben sana nâzım’dan şiirler okurken,
üşüşür penceremize gece kelebekleri,
artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz,
neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz,
her sıçrayış bir birikişe bakar,
her birikiş bir sıçrayışı hazırlar,
baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur,
yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
saat kulesi gecenin on birini vurur,
varıp deliksiz uyuruz uyuruz sabahleyin,
bıraktığımız yerden hayata başlamak için…. 

16 Kasım 2010 Salı

uzaklar!

Çocukluğumdan bu yana hep "uzaklar"a dair yazılar yazdım.. her akşamüstü, her kuşluk vakti, her yaz gecesi ve tüm o pastırma yazları uzaktaki "uzaklar"ı düşlemekle geçti.. atlaslardan öğrendim uzak isimleri, çocuğum olursa dedim Uzak olsun ismi.. ama bazen biri sizin yerinize sizin dile getirmeye çalıştığınız şeyi öyle bir dökmüştür ki kaleme, o vakitten sonra üzerine söz yazamaz olursunuz.. Ben yıllar evvel elime aldığımda "UZAKLAR" ı, ruhumu ele geçiren ve artık gitmeyi hayal ettiğim uzaklar hakkında yazmaya son verip ezberime bu satırları veren adama karşılaştığım ilk yerde teşekkür etmiştim...


Uzunca zamandır okumadığım o cümleler önüme serildi az evvel tesadüfle.. ve yine ruhuma doldu gitme isteği ezberimde canlanan sözlerle... tekrar teşekkürler Can Dündar.. ruhuna, kalemine sağlık!






"Ah! yollara çıkmak lazım şimdi...
Gride tükenmez krizler, nafile rutinler, virane ilişkiler bırakarak yelkenleri şişirmek lazım...
Doldurup bavula ertelenmiş coşkuları, rüzgarları sırtlamak, martıların peşine düşüp asfalt bilmez topraklara koşmak lazım...
Serseri bir şişede imzasız bir mektup olup meçhul kıyılara vurmak lazım...
Kış bastırdıkça baharın izini sürmek lazım...
Unutulmuş paslı bir hançer gibi çekilmek kınından ve yollara sürtündükçe yeniden bilenip ışımak lazım...
Ah! gökten yıldız yağıyordur oralarda; dallar hazdan kırılıyordur.
Şimdi uzaklarda olmak lazım... "

13 Kasım 2010 Cumartesi

ölü ozanlar derneği



daha dün gece ölümüyle tanıdığım bir şairin şiirlerini keşfediyorum şimdi... geç kalmışım diyeceğim, ama biliyorum ki şairler ölmüyor asla şiirleri okundukça... dün akşam ölüm haberini veren, fakat benim için aslında şairin doğumunu müjdeleyen bir arkadaşımın eli varıp kendi yayınlayamadığı bir Aydın Hatipoğlu şiirini yayınlamıştım... şimdi kendim keşfettiğim ve okudukça anlam kazanan üç şiiri daha koyuyorum bloga; benim için ölümüyle doğan bir şaire saygı duruşu namına...

NİŞAN

Suların uzak denizlere vardığı yerde
Uçsuz zamanlar çiçeği
Lanetli zakkum
Sağıyor yitirilmiş maviyi ıtırlardan
Yüzüm bulutlara boyanıyor
Ey çocuk aklım

Savruk bir yağmur sonrası
İçe kapanış
Duyarsızlığı sürüyor üstümüze
Sekerek bir küfürden geçiyor pırıltısı
Ne yağmur duyuyor sesi
Ne pencereler

Her şey yarım yamalak
Yarım yamalak sevi
Bir kadın köpeğini salıyor özgürlüğe
Koşup bütün zamanlara sığıyor sevincini
Gizemli perdeler sarmalıyor evi

Tanığımdır yaşlı çam
Sarmaşık sömürgesi
Hayatı savunan nefesin nefesimde
Bir sese nişanlıyorum solgun bir sesi
Yalnızlık bakıyor aynadaki resimde

---------------------------------------------------------------------------------------

VE

Haydi tut ellerimi sıcacık yürüyelim
Bulanık bir sonbaharı saçlarına sindirerek
Eski coşkular yoldaşı çınar gölgelerine
Bastırılmış tutkuların deprem kuşaklarına
Hırslı çocukların yürüdüğü sokaklara
Al kurumuş yapraklar gibi sakla bu hüznü

Ölümle oynayan çocuklardık daha
Alaca gömleklerimiz sızıyordu tenhalara
İşte yine pencereden atılmış
İntihar süsü verilmiş bembeyaz bir yüz
Bir kadının sevdasını bıçaklıyor güz
Herkes dulbaşına kalıyor
Çiçekler çürüyor
Çürüyor solgun dostluklar

Bir nabız vuruşu duyulsun tut
Ölü kentin aylak karıncaları saklasın suskusunu

Devinsin sarhoş yosunlar durmadan
Edilgen kaygıların burgacını tırmanalım
Tutunalım karanlık dallarına selvilerin
Kimselerin duymadığı çığlıklarımız
Ulansın birbirine
Tut ellerimi sıcacık tut.
------------------------------------------------------------------------------------------
BEBEK

Seni bir orman ışığı gibi hatırlıyorum
Gölgeli serin kucağına düşüyor yapraklarım
Seni dalların karanlığından süzüyorum

Irmağın sarmalına direnen kırık bebek
Beni savruk bıyığımla hatırla
Atıp atıp bağrına bas yalnızlığımı

Tenha bir eylül yakamozu gözlerin
Yorgunum çalınmışım kırgınım
Yine de sevinci savunuyorum

Terk ettim silahımı yitirilmiş coşkular gibi
Şimdi penceresinde kırmızı sardunyalar açan
Beyaz badanalı bir köy evidir sevdam

AYDIN HATİPOĞLU

Gün Olur

Gün olur
Ölür içindeki kıvılcım
Duyarsın yitişin sızısını
Kimliksiz bir kız ikiz doğurur Çin'de
Dil yalnızlığı yoğurur
Biçimde

Kim bilir kim bulur
Asker postallarımın izini
Alır götürür tarzı nevin vapuru
Çocukluğumun firuze denizini
Bekler hâlâ salacak iskelesi
O sesi

Hecelerken geleceğin yangınını
Bakarsın deler kuzeyli kadınlar
Bu ürkek ülkenin karanlığını
Kırık acemi sözcüklerden
Anlarsın bir çığlık gibi
Sönmüş ateş

Çağır sağır kayalardan
Üzengisini sürüyen yağız atlıyı
Ayaları kan
Bak gümüş ışığında yalabır
Soluğu tükenmiş tanrısı
Umutsuzluğun

AYDIN HATİPOĞLU

12 Kasım 2010 Cuma

Greenpeace: küçük balıkları kurtarmak üzerine bir proje

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Yanlış anlaşılmasın, "seninki kaç santim?" artık asla büyüme fırsatı bulamayan küçük balıkların boyuna dair bir soru... bu projeye internet üzerinden imza verip bir balık ediniyor ve onu kurtarıyorsunuz..

Küçük balık olmazsa büyük balık da olmaz diyor Greenpeace. çünkü artık küçük balıkların büyürken Samed Behrengi'nin küçük kara balık'ı gibi kılıçla dolaşması lazım takıldıkları ağlardan kurtabilmeleri için...

Şimdi sizin küçük kara balığınız kaç santim bir bakın bakalım :)

3 Kasım 2010 Çarşamba

iyi ki doğdun BABA...

babaşkım'a

Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul'a
Bi helallaşmak ister elbet , diğ'mi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim

Can YÜCEL

Sana dair hatırladığım en eski hatıram Baba, kullanılmadığı için sürekli içinde oyun oynadığım bahçe katında sanırım henüz 4 yaşında rutubetten yuva sahibi olmuş bir akrebin sırtındaki beyaz yavruların zararsız olduğunu düşünerek "aaaaa baba baaakk apreğin beyaz beyaz yavvuları vaaaarr!" diyerek elimi onlara uzattığım an verdiğin tepkidir: Bir anda -ben tam akrebi elime almaya niyetlenmişken- beni tişörtümün ensesinden yakalayıp kendine çekmiştin "onlar zehirli! sakın dokunma!" sonra da bana akrebin ne olduğunu, dokunursam ne olacağını anlatmıştın.. beni doğduğum ilk andan beri koruduğunu biliyorum, ama hatırladığım ilk kahramanlığın o sahnede yaşanan..

Öyle dönemeçler atlattık ki seninle.. Babamdın, arkadaşım oldun, dostum hatta sırdaşım oldun sen.. Ben hep seni korudum herkese karşı, sen beni! Ne yaparsak yapalım suç ortaklığından mutluyduk biz.. hâlâ öyleyiz! İlk içkimi seninle karşılıklı içtim, içeceksen eğer benim yanımda içmeyi öğrenip de git dedin.. ilk kavgamızı ben lisedeyken ettik, hiç unutmuyorum 15 gün odamdan çıkmamış, ağzıma lokma almamıştım.. sen bu küslüğe bir gece yastığımın altına bıraktığın bir kalıp fıstıklı çikolatayla ve ertesi sabah kendin yapıp getirdiğin menemenle son vermiştin :) zaten yastık altı çikolata en meşhur barışma yöntemindir, benim de en sevdiğim yöntem tabii!

Arkadaşlarım her zaman bayıldılar sana.. kızlı erkekli toplanıp seni konuşurduk.. hele erkekler senden korktukları kadar hayrandılar.. çünkü hiç ummadık anda "kalkın eşşoğlu eşşekler! hadi birer bira çakalım!" diyip bizi dışarı çıkaran başka baba yoktu etrafta! :) sen hep en kahraman, en korkunç bakışlı, en yumuşak kalpli, en şakacı babaydın! benim babamdın! benim babamsın!

Mektup yazardım sana babacım, sen de okuyup kimse bulamasın diye kendin yarattığın bir ritüelle yakardın onları ki sırlarımız açığa çıkmasın.. hata yaptığımda asla kızmadın bana, herkes yuhalasa da sen arka çıktın, senden aldığım güvenle aştım engelleri.. ağladığımda sen de benimle ağladın.. canım yandığında dalga geçerek sakladın içinin sızısını.. hep sevdin beni.. en çok beni sevdin sen de benim en çok seni sevdiğim gibi... uzun yolculuklar yaptık seninle.. tren yolculukları, araba yolculukları baş başa, uzun uzun konuştuk saatlerce susmadan.. diğer yolcularla dalga geçip kıkır kıkır güldük.. araba kullanmayı öğrenirken ben, niyeyse bir tek sen tedirgindin, binmem ben senin sürdüğün arabaya demene rağmen benimle geldin :)

Beni hiç şımartmadın, ama hep övdün arkadaşlarının arasında ben yokken ortalarda.. onlar anlattılar yerine senin benimle nasıl da gurur duyduğunu, onlar da gurur duydular benimle.. beni hep baş köşeye oturttun arkadaş toplantılarında, koca koca bilgili adamlar arasında bana söz verdin, güven verdin, ben konuştukça desteklediniz beni hep birlikte.. Bundandır bugün erkeklerin olduğu her ortamda en saygı gören kadın olmam, çünkü bana erkeklerin arasında nasıl kendinden emin, nasıl terbiyeli ve söz sahibi olunabileceğini öğrettin..

Huysuzlukların, homurdanmaların, anneme çocuk gibi durmadan takılmaların, şakaların, azarların, yemeklerin, sincap gülüşlerin... aklıma seninle ilgili gelen her ufacık şeyde seni nasıl sevdiğimi, nasıl özlediğimi hatırlıyorum.. ve her defasında sana bir şey olursa diye korkumdan ölüyorum baba.. inan korkudan ölüyorum...

Kalabildiğin kadar kal bizimle, dikkat sağlığına ve keyfine.. kızsak da sana bazen seni her şeyden daha çok seviyoruz biz, dünyadaki tüm erkekler bir araya gelse bile bir tane sen yapamazlar hem :)

iyi ki doğdun babam, iyi ki varsın, iyi ki başkasının değil bizim babamızsın...

31 Ekim 2010 Pazar

iki şiir

Levent Kazak'ın bir internet sitesinde paylaştığı ve bayıldığım iki şiir çevirisini paylaşayım dedim...



"kumru yanıldı.
yanılarak
kuzey yerine güneye uçtu,
su sandı buğdayları,
yanılarak.

denizi gökyüzü sandı,
geceyi sabah sandı,
yanılarak.

yıldızları çiy taneleri,
sağanağı tipi sandı,
yanılarak.

senin eteğini gömleği,
senin kalbini yuvası sandı.
yanıldı.

"

— rafael alberti ‘karanfilin değişimi’ / çev: ülkü tamer

"akşamdır
tek bir kayın ağacı
durur solmaya ufukta
yürekten başlayan acı
yürekten ruha ve akla

anılar mavidir dörtnala
geçer gözlerin leylaklarından

ve dalgınlığın namusuyla
boşanırım gökyüzüne
uyku-
larım-
dan.

"

— guillaume apollinaire / çev. cemal süreya     

29 Ekim 2010 Cuma

memory in Moers

Steinstraße

 Moers adında küçük bir kasabanın en sevimli, en işlek caddesinde huzurla geçirdiğim bir günümü anımsayarak uyandım bu sabah... yağmurlu, gri iklimine rağmen gün ışığı dolu bir gündü o gün ve ben elimde "hinterland" adında çok sevdiğim bir antikacıdan aldığım kocaman eski ahşap bir kutuyla Steinstraße caddesinden geçiyordum... ummadığım bir anda çok tanıdık bir ezgi çalındı kulağıma, bu pürüzsüz ve güçlü keman sesi adımlarımı hızlandırdı bir anda. İlerledikçe keman sesi yükseliyor ve daha da keskinleşip pürüzsüz bir hâl alıyordu. Nihayet heyecandan sözlerini bulamadığım bu harikulade parçanın sözlerini anımsadım... bu benim izlediğim en büyüleyici müzikalin "Cats" in binlerce kez dinlediğim ve hala en sevdiklerim arasında en üst sıralarda yer alan parçası "Memory" iydi. 

yaşlı keman virtiözü

Neredeyse büyülenmiş gibi bakıyordum yaşlı kemancıya... içime dolan tarif edemediğim büyük bir coşkuyla izliyor ve bu muazzam icraya, sözleri mırıldanarak kendimce katılmaya çabalıyordum... o sırada gözleri yumulu halde kemanını resmen dile getiren yaşlı adam gözlerini açtı ve bir göz kırpışıyla ona katılabileceğimin işaretini verdi.. şaşkınlığımdan sıyrılıp sesimi yavaş yavaş yükseltmeye başladım, artık Elanie Page'in ölümsüzleştirdiği Memory i küçücük bir Alman kasabasında kalabalık bir sokağın ortasında yaşlı bir keman virtiözüne eşlik ederek söylerken kendim için ölümsüz bir an yaratıyordum... 

.....


Memory

All alone in the moonlight

I can smile at the old days

I was beautiful then

I remember the time I knew what happiness was

Let the memory live again 



Every streetlamp

Seems to beat a fatalistic warning

Someone mutters

And the streetlamp gutters

And soon it will be morning 



Daylight

I must wait for the sunrise

I must think of a new life

And I musn't give in

When the dawn comes
Tonight will be a memory too
And a new day will begin...


ben sesimin perdesini yükseltip bu keskin ve pürüzsüz keman sesine eşlik ettikçe etrafımıza caddeden geçen şaşkın Almanlar toplanıyordu... Herkesin kendi işine gücüne baktığı ve anların, duyguların içine dahil olmaktansa köşeden sessizce izlemeyi tercih eden insanların kasabasında, herkesin Fransız sandığı bir kız caddenin ortasında olanca sesiyle şarkı söylüyordu. Bir ara gözlerimi açıp diyaframıma güç sağlamaya çalışırken çevremize doluşan ve daha önce pek de güldüklerini görmediği Moerser'lerin neşe içinde bana bakıp içtenlikle gülümsediklerini gördüm, bu içten bakışlar ve yukarı kıvrılan dudakların verdiği cesaretle daha da cesur bir sesle söylemeye başladım Andrew Lloyd Weber'in ölümsüzleşen eserini..

Burnt out ends of smoky days
The stale cold smell of morning
The streetlamp dies, another night is over
Another day is dawning

Touch me
It's so easy to leave me
All alone with the memory
Of my days in the sun
If you touch me
You'll understand what happiness is

Look
A new day has begun


şarkı sona erdiğinde müthiş bir alkış koptu ana şahit olan Alman izleyicilerden, ben alabildiğine kızararak gülümserken yaşlı virtiöz eğilerek selamladı beni, karşılığında ben de ona bir reverans yaparken, sonra kalabalık dağılırken birkaç orta yaşlı Moers sakini kadın yanıma gelerek önce Fransızca sonra anlamadığımı fark ederek ingilizce tebrik ettiler beni... Bir zamanlar ilkokul üçüncü sınıf öğrencilerine ezberletip bir gösteride söylemeleri için Memory'i çalıştırdığım küçük çocukların hayran bakışları geldi aklıma o anda... çocuklara güzel bir şey öğretmiş olmanın mutluluğu da eklendi anıma.. 


Ve her yeni başlangıçta bu şarkıyı dinlediğim ve sözlerine sığındığımı da düşündüm bu sabah... bu blog daha önce de sahne oldu bu şarkının sözlerine, yeni bir sayfa açmak için uyandığım sabahlarda... aynada bakıp kendime "look.. a new day has begun..." dedim yine... bitişi olacak başka başlangıçlara doğru yol alırken, hâlâ güçlü olduğumu bilerek...



24 Ekim 2010 Pazar

France and Turkey "Laicité - Laiklik"

Laïcité is called as secularism in English, but this word find its mean of course in French, since laïcité was born in France in spite of the fact that there was secularism in Germany, laïcité is different than secularism, forwhy laïcité is more institutive. In the first provision of 1905 French Constitution says, "Republic secures the freedom of religion and conscience." and the second provision says, "Republic does not approve any religion." These provisions of the 1905 French Constitution shows us that the State does not have any religion, so anyone can believe what they want. In brief this provisions are permissions, the state and the religion are separate, hence anyone is free as religional. However 1905 constitution, France had many argument about laicité, because France was "the Eldest Daughter of the Church" untill it would be "the Daughter of the Revolution." For many catholic, it was a difficult period to adapt, for many centuries, while they were saying "Father-Son-Holy Ghost", they started to say "Wisdom-Science-Advencement", but christian traditions always live in France and probably will continue live like Sarkozy's say.

There is many Jewish and Muslim in France, so this situation created some important argument, especially about head scarf. In 1989 fall, a head scarf problem appeared in a college in Creil; then 45 different school reported the young muslim girls in head scarfs. This case seemed like would cause a deep and a consistent separation among laic people.(J. Baubérot, Laiklik, 33, 2009) After that media's all interest turned head scarf and laicité and discussions and arguments about headscarf and laicité still continue.

Laicité in Turkey is a very different and similar process. As similar, Ottomans were like French people, they were very important for their religional mass. France was the Eldest Daughter of the Church, and Ottoman was the successor of the prophet for all muslims.

For people who finished the wars, adaptation was not easy to a new republic, new clothes and a life without a muslim caliph. Republic and laicité caused many concern, even riots, but people needed a hope and a new liveable life without war, a modern life could provide these, especially women were much more happy than men, since new rules and constution gave many rights, laicité sepatated the State and the religion, but clothes rules as called Hat Law, against to muslim's clothing rules for women. Of course head scarf is not equal and impellent, if like in Iran's, but people want to cover themselves their own desire, not covering with force and laws is not equal and impellent, too. As like as today in universities in Turkey. This situation can call as "Laikçilik" easily. In Turkey, laicité was used for removing from religion and to close the scince in fact, but today we can see when we look at past, people did not await for this speed pass, if they were await the first opposition parties could not gain a big support from the folk.

According to Jean Baubérot, laicité appeared in schools, state got a new laic morality lessons in 1882 and then in 1905 in the constitution the state and religions separated. In Turkey, laicité approved in 1937, but laicité never assimilate among people because they did not come accross a persecution about religions like in dark ages in France. There was noone against science, modernism, also minorities were living in peace untill 1955. If there were not this forbiddens, may be some evil events would not live.

France and Turkey close each other lately, such as Sarkozy's supports to minaret forbidden of Switzerland. Each France and Turkey are separated about laicité, but of course laicité was born in France and they can solve the problems more easy than Turkey. Laicité can be a powerful solve, if states and spme people did not change the word's mean. They change and give a new meaning this word, and laicité turned to a new religion. For some people Laicité is atheism, for some people like scientology, but laicité is not a religion, it is just respect to anyone who believe what they want, what they do which rules from their religion or not doing, can stay agnostic or atheist, yet knowing the state has never a religion.

French Political Parties Today

The framework of the French political system was changed by the 1958 constitution that created the Fifth Republic. Many observers at the time did not hold out much hope for the success of the new regime. However, over time the country has stabilized, and it appears as if the current framework has cured at least some of the political problems that plagued France during all of the previous republics. The system is a hybrid presidential-parliamentary one that has both a president and a prime minister. The combination of characteristics has created a complicated government structure that strikes many as unwieldy, but the Fifth Republic has survived multiple challenges, and has at least tempered the unpredictability and instability of the historical "swing effect."

Political parties have the status of an association under the Act of 1 July 1901 on association contracts. They are organised on a long-term basis and established throughout France. They aim to exercise power or at least take part in it. Pluralism and competition of various political groups are among the foundations of democracy and freedom of opinion. This is embodied in Article 4 of the Constitution of the Fifth Republic, as is the freedom to join a party or not.

The internal organisation of a party is set out in an enactment. Parties need structures so that they can be introduced into the electorate and endure:
· At national level, a national office or council, led by a chairman or national secretary, most often elected by all its members;
· At local level, branches or cells organised into Departmental federations. Their bodies are elected by the members.

Political parties that have elected representatives in the National Assembly, Senate or European Parliament are as follows:
· The Union for a Popular Movement (UMP)
· The Union for French Democracy (UDF)
· The Socialist Party (PS)
· The French Communist Party (PCF)
· The Greens
· The National Front (FN)
· The Movement for France (MPF)
· The Left Radical Party (PRG)

While the political parties in France can be divided into right and left leaning parties, the political party spectrum is much more broadly represented than in the United States. The French government, conceivably, can take the views and desires of a wide range of citizens into account. France also has a number of political parties with views that support communism and worker's rights. The goals of these parties are represented in Parliament, ensuring more protection for the working class.

Today, owner of the government is Union For a Popular Movement (UMP) of Nicolas Sarkozy. In fact The Union for a Popular Movement created a political party which would ensure victory for Chirac and dominate Parliament. UMP is a moderate political party with many progressive policy reforms to its credit. When we look past, there is Rally for the Republic before Union For a Popular Movement. Historically, Rally for the Republic was probably the most powerful political party in France. It generally took approximately one-fifth of each election, and over time, several smaller parties aligned with Rally for the Republic for more political clout. Rally for the Republic was founded in 1976 by Jacques Chirac. In 2002, the political party merged with several other major political parties to form Union for a Popular Movement. Another powerful political party in France is the Socialist Party. In Europe, Socialists are differentiated from Communists, with many nations having a substantial Socialist majority. The Socialist party is committed to worker's rights, access to health care and education for all citizens, as well as state support for citizens in need. The Socialist Party cooperates with other left of center political parties including the Greens and the Left Radical to advance their aims.

The National Front is a political party which is also active in France, mostly regionally. The National Front is a right of center, nationalist political party which has been accused by detractors of being racist, anti-Semitic, and far-right. The party promotes traditional French values, higher tariffs on imports, more separation from Europe andreinstatement of the death penalty. The National Front is opposed to immigration and liberal movements. While the National Party rarely gains seats on the national level, it does exert power in some regions of France, especially those struggling with immigration issues.

In 2005 Le Figaro wrote, "French political parties separated about Membership of Turkey's to EU and EU constitution"

Then Le Monde wrote, President Jacques Chirac and government warned not to implicate these two issue each other, but the warning did not work. Then the newspaper had summarized in 2005 attitude of the parties about membership of Turkey;

YES FOR CONSTITUTION AND TURKEY: President Jacques Chirac, Socialist Party General secretary François Hollande and from Green party Dominique Voynet.

YES FOR CONSTITUTION, NOR FOR TURKEY: UMP Nicolas Sarkozy, UDF leader is François Bayrou and Socialist Party Senator is Robert Badinter.

NO FOR CONSTITUTION AND TURKEY: From Socialist Party Laurent Fabius (Old

Prime Minister), from radical right wing Jean Maire Le Pen, MPF (against Turkey) leader Philippe De Villers.

NO FOR CONSTITUTION, YES FOR TURKEY: From Communist Party Marie George Buffet, LCR Leader Alain Krivine and from LO Arlette Laguiller.