Powered By Blogger

19 Temmuz 2011 Salı

Hac Yolları

camino de santiago yolu haritası
Seven Years in Tibet filminde söylendiği üzere, Tibetlilerin yolculuklara dair inandıkları bir şey vardır; yapılan uzun yolculuklarda yolcular günahlarından arınır, yol ne kadar uzun ve zahmetliyse o kadar arınılır.

Tek başına çıkılmayan yollarda bile, yalnız başına düşünür insan yürüdükçe, sürdükçe. Güneşin altında ya da karın ortasında yürürken ve hissederken ağrıyı, tükenen gücü ve nefesi dirayet bir o kadar artar, ve nihayete erdiğinde beden, ruh ârileşmiştir ve alçakgönüllü bir teslimiyete kapılır. Bu yüzden yürüdüğümüz tüm yollar Hac Yolları'dır. Ada'nın etrafında dolaşıp Aya Yorgi'ye çıkan patika yol da, Pireneler'den başlayıp Santiago de Compostela'ya uzanan o uzun yol da...

Yürüdüğümüz her Hac Yolu'nun ardından temizlenmiş ruhumuzla varırız son karara, lakin ademoğulları ve kızları öyle yenik ki kirlenmeye, Sokrates'in adaletinin gereğini yerine getiremiyoruz binlerce yıldır. Yani adil olmanın; verilen kararın ve sözün arkasında durmak olduğu düstûruna karşı geliyoruz her zaman olduğu gibi inatla; ve itiraz ediyoruz ağızlarımızdan semâya yükselip ardından ayaklarımız altına alıp çiğnediğimiz kendi kelimelerimize.

Ve sonra yine bir yol gerekiyor arındırmak için günahkâr ruhlarımızı. Yeni bir yol, yeni bir mâbed, yeni bir çile. İşte bu yüzden hiç bitmiyor yolumuz ve hayat insanın kendi içine aldığı bir yola dönüşüyor; tek başına ve nihayate vardıramadığı, çünkü hata yaptıkça yeni bir yol bulmak, o yolu yürümek istiyor, kendimizi affetmemizi sağlayacak eziyeti, ceza olarak kendimize ödetmek ateşiyle yanıyoruz. Bu kez tamam dedikçe, daha çok yanlışa koşarken, daha da bilgeleşeceğimizi sandığımız bir yolculuğa çıkıyor ve yine mağlup oluyoruz.

Bundandır Hac Yolları'nda pervane gibi uçuşmamız, yaşlı gözler ve sızlayan adımlarla kendi içimize tekrar tekrar yol almamız...

14 Temmuz 2011 Perşembe

"TIME NEVER DIES"

“Before the Rain filminin savaş muhabiri olan baş karakteri
                                                                  Alexander Kirkov’a…”

Yağmurdan Önce filmindeki gibi belki üçe bölerek anlatmalı olası bir gazetecinin hayatını.
Henüz beş yaşında yönümü çizen üç şey girdi hayatıma. Tek kanal yayın gösteren televizyon, o kanalda geceleri yataktan kalkıp izlediğim ve dinlediğim klasik müzik konserleri ve bir daktilo, beyaz tuşları olan.
Beş yaşındaki diğer çocuklar nasıl hayal kurarlardı hatırlayamıyorum, hatıralarımı dolduran en önemli şeyler bu üç çizgi üzerinden gitti 23 yaşıma değin, hiç değişmeden. Önce anne-babam uyuyunca yataktan süzülüp televizyonu açmayı alışkanlık edindim, iyice kıstığım sesi duyabilmek için dibine girip SABA marka makinenin, yayın İstiklâl Marşı eşliğinde kapanana dek konserleri huşu içinde dinlemek için. Bir süre sonra gündüz izlemekte olduğum belgeseller ve haberlerden büyük bir keşifte bulundum, dünya benim sandığım kadar küçük değildi ve bunu fark ettiğim anda gezgin olmam gerektiğini ve gördüklerimi tıpkı ekrandaki o insanlar gibi birilerine göstermek istediğimi anladım. Beş yaşında artık kâşif olabileceğinden emin bir çocuk olarak bir gece annemin küçük sarı valizini doldurup atkımı burnuma kadar sardıktan sonra herkesin yatmasını bekleyip ardımda sürüklediğim çantamla bahçeden dünyaya açılan yolu tutmuştum… Ta ki o aralar bize tatile gelmiş olan büyük kuzenim, yollara düşmüş küçük bedenimin ardında sürüklenen sapsarı valizi görene dek! Eve dönüşüm benim için çok acı vericiydi, ama çok kararlıydım, gitmem gereken ülkelerin isimlerini ezberliyor, şehirleri biliyordum ve o sarı valizi annem boşalttıkça, her gece yeniden doldurup kaçmanın değişik yollarını deniyordum. Kuzenim anneme şu soruyu sormuş o vakit: “Hala, ya gerçekten kaçarsa bir gün, nasıl küçük çocuk bu hiç vazgeçmiyor, unutmak bilmiyor!” Annemin meşhur yanıtıysa olacakları gören bir duyarlılığa sahipti: “Nereye kadar gidebilir, gidebileceği en uzak yer bahçenin sonundaki merdivenler, henüz kalacağı çadırda tuvalet olmadığını bile bilmiyor! Şimdi kaçamayacak, ama anlaşılan o ki bir gün gerçekten dünyayı dolaşacak, hem de ardına bile bakmadan…”
Son kaçış denemem bir bahar gecesi TRT’deki Beethoven konserinin ardından geldi. Bu kez yine sarı olan ayı kafalı sırt çantama şimdilerde adı “püskevit” olan bisküvilerden koyup, çorap ve kıyafet sokuşturarak kaçmayı denedim. Sakladıkları yerden bir dedektif gibi bulup çıkardığım anahtarlarla kapıları açtım ve arkamdan bahçeye fırlayan babam beni bir paket gibi kaldırıp eve geri soktu. Artık umutsuzdum, ben de ilk hayalim olan piyanoya geri döndüm. Onlara tek şartla kaçmayacağımı söyleyen bir anlaşma teklif ettim! “Bana piyano alın, ben de piyanist olayım, o zaman param olur yine dünyayı dolaşırım!” “Bakarız.” Dendi. Ne mümkün öyle bir şey. Zaten yaşadığımız yer küçücük bir şehir, zaten babamız bir işçi Demir-Çelik Fabrikası’nda ter döken. Ben o hayalle okuma yazma bilmeden devam ettim Arapçaya benzer harflerden örülü notalarımla beste yapmaya, bir gün çalabilmek umuduyla piyanomda, ama o piyano hiç gelemedi. Gözümde yaş “Bari okula gönderin beni diyordum, götürdüler: “Daha altı bile olamamışsın, çantanı taşıyamazsın, sen birazcık daha büyü de gel, olmaz mı?” dedi Müdür ve ben başım önde geri döndüm biçare yine.
İşte tam o sıralarda, bir akşam babam elinde büyük beyaz bir kutuyla girdi eve. Öylece bakıyordum, masaya bıraktı. “Gel bak sana ne göstereceğim!” dedi, sakince çıkıp oturdum dedemden kalma dev ceviz sandalyelerden birine. Kutu açıldı ve içinden bembeyaz tuşları olan, Alman markası bir daktilo çıktı. O an sandım ki dünya benim oldu. Okuma-yazmam yoktu evet, ama öğrenecektim muhakkak! O geceden sonra hep yazdım! Bilmeden yazmaya devam ettim, annemin okuduğu hikâye kitaplarından ezberlediğim cümleleri sanki yazabiliyormuş gibi, söyleyerek o güzel beyaz tuşlara vurmaya devam ettim! Kimi zaman yoruldular klavye sesinden, oysa ben bir piyanonun tuşları gibi seviyordum daktilomun tuşlarını ve sanki dünyayı dolaşmış gibi oraya yazdığıma inanıyordum, görmediğim sokak adlarını… Çok defa üzerinde “lehsrjhgfgrhgıs şjdlajfgr poorerhmscsd” yazılı uzun harf dizilerini anneme, “Ayşegül Hindistan’da öyle çok dolaştı ki, karnı acıkmıştı!” diye okuyordum ya da “Mozart kadar güzel çalıyordu artık Ayşegül!” diye! Tuhaf şey henüz altı yaşıma ulaşmadan, Gürer Aykal’ı tanıyor, Portekiz’in yerini biliyordum.
Sonra bir gün ben artık ilkokulda çanta taşıyabilecek kadar büyümüşken, ekranda hiç unutamadığım bir şeyi gördüm: Srebrenica’da yaşananları. Dakikalarca ekrana baktığımı hatırlıyorum ve konuşurken ağlayan o kadın muhabiri. Yine gitmek istedim, ama bu kez oraya; tüm o acıya tanık olmaya, tüm o acının sesini dünyaya duyurmaya… Hâlâ bir çocuktum, ama tarifsiz bir arzuyla orada olmayı istiyordum.
O gün içimde bir şey uyandı ve sanırım o şey,


”gazeteci olmak”tı.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

fırtına sonrası yangın


Acıyla gelen korkular öfkeye dönüşüyor arada. Ateşten bir savaşçı gibi elimdeki aleve bulanmış kamçıyla vuruyorum inatla suyun sırtına ki yansın, buharlaşsın değdiği yer kamçının. Oysa yanıyorum, ben ateşler içinde acıyla yanarken o su affedici bir tanrısal nefes gibi kabarıp beni sarsın, söndürsün yangını ve yüreğimde tükenmekteki o kutsal suya karışsın istiyorum...

İçimde durulan suyu sardıkça etrafımdaki ateş öfkem ayaklanıyor, ki Şeytandan gelir öfke ve ateşten icad olunmuştur, ve ateşi ancak su uyutur, bu yüzdendir susamışlığım, "kerem gibi yana yana"* denize, beni içine alacak derin maviye uzanışım...

Çünkü durulurum ben, iki başlılıktır beni delirten. Ateşle suyu aynı bedende barındırdıkça dumanlar yükselir kalbimden. Oysa dindikçe yangınım, yükseldikçe içimdeki su, uysallaşır bu kez küçük bir akarsuyun kaynağınca akarım...

Ben ki bir zaman suları dalgalanmış, fırtınalara kapılmış bir denize söylemiştim bu sözleri, ki durulsun kasırgası ve ateşimde ısınsın buz kesilmiş soğuk bedeni...

"nerede olursan ol, hazinen kendi kalbindir… korkun, acın, öfken, neşen, aşkın, umudun onun içindedir ve sen hangisine ihtiyaç duyarsan kalbin ona seslenir… kötü duyguları çağırmasına izin verme, kalbindeki umudu beslemek için iyi bir korsan gibi hep neşeyi, ümidi ve aşkı barındıran topraklara doğru sür gemini… mutlaka seninle kendi hazinesini paylaşmayı bekleyen bir dost ya da bir sevgili yolunu gözlüyordur…"

Bir vakit, nasıl o dalgalar boyumuzu aşarken benim ateşim sönmeden direndiysem fırtınaya, şimdi o dinmiş deniz buharlaşmadan dayansın istiyorum bende büyüyen yangına ve nasıl ısıttıysam ben onu keskin soğuklarda, diliyorum ki bugün o nefes olsun beni yakan sıcağa...


-* "Kerem Gibi" şiirinden - Nazım Hikmet Ran


5 Temmuz 2011 Salı

Rüzgâr Çamları

Hiç gece ormanda kaldınız mı?
Benim çocukluk rüyamdı ormanda kalmak, ağaçların altında, zifiri karanlıkta uyumak... Bir kez kaldım gece ormanda, su kenarında, dev gövdeli, yeşil geniş yapraklı ağaçların altında, üstelik yağmur çiselerken... Karanlıkta fenerle dolaştım, yemek yedim, şarap içtim, uyudum çadıra düşen yağmur damlalarının sesiyle, yanımda başka bir nefesle...

Bir diğerindeyse kalmadım, ama daha da ıssız bir çam ormanından geçtim, yazın en güzel gecelerinden birinde... Havada ılık bir çam kokusu, gökte alabildiğine yıldız yağmuru ve deniz adanın ayakları dibinde, serin ve koyu bir mavi karanlığın içinde... Yüreğine sızdım ormanın, derinine girdim karanlıkta, en gizine... Yanımda tek bir ışık yoktu gökte yolumu aydınlatan aydan ve yıldızlardan başka... Benim mâhremim karıştı ormanınkine...

Öyle buğulu, öyle ağulu bir düş ki gece ormana karışmak, öpmek ağaçları ve göğün seni içine alması şimdi duramazsın olduğun yerde. Alıp başını ormana gitmek, o ılık çam kokusunu ölesiye içine çekmek, rüzgârla sallanan güçlü dalların seslerine kulak vermek, irkilmek, taşmak istersin bedeninin kabından, kalıbından... Şimdi ben neler vermezdim, alıp başımı karışmak için bir patika yoluna, neler vermezdim, kaybolmak uğruna ormanın kuytusunda..

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Ümit Yaşar'ın Kaleminden, Arkan'ın Dilinden..



Bir deli rüzgâr eser, akşam vakti, denizlerden
Alır başını gider, uzayan sularda, bir tekne…
Şimdi ben nasılım, şimdi ben nerdeyim, şimdi ben
Kâğıttan güller yapıyorum, beni bekleme!
Al bir bulut gelir yavaştan, çöker gözlerime
En güzel şarkılar bitti artık, en eski ve en
Uzun yalnızlıkların ortasında ucuz bir gece:
Tâ içimde işleyen bir yara gibi, sonra sen
Yine mavi deniz, yine o korkulu düş, sevmek yine
En kuytu ümitlerimiz, ayaklar altında ezilen
Oralarda bir yerde, büyür karanlığım, alabildiğine…
Al mavilerini git, ben bu denizi batıracağım hemen!
Ama yok, sularım aydınlanır belki dur gitme!
Arınırdım, ışırdım, bana bir şarkı söylesen.

-Ümit Yaşar Oğuzcan-