Powered By Blogger

31 Mart 2011 Perşembe


Bilemezsin
Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı.
Hiçbir şey içime sinmedi.
Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var.
Ya da okyanusa su.

Düşündüğüm her şey
Doğu’ya baharat götürmek gibiydi.
Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,
Çünkü Sen zaten bunlara sahipsin.
O yüzden Sana bir ayna getirdim.
Kendine bak ve beni hatırla…

Mevlana

14 Mart 2011 Pazartesi

kadınlara sone...

Ekaterina Moré - Ballerina
Ben güzel gözlü kadınları severim

Bir de küçük ayaklıları, uzun boyunluları

Hem nasıl severim, öyle severim işte

Terler avuçları, kesilir solukları

Ben mahzun kadınları severim

Yavru ceylanca kadınları, ürkekçe

Hem nasıl severim, öyle severim işte

Bilemezsiniz ne güzeldirler, öpüştükçe

Ben akıllı kadınları severim

Düşünen, az konuşan, çok bilen

Her yerde, her zaman nazı çekilen

Hem nasıl severim, öyle severim işte

İçimde büyük, sonsuz ateşler yanmalı

Ölümüm bile o kadının yüzünden olmalı


Ümit Yaşar Oğuzcan

en güzel köy


Bahar geldi ya benim ilk işim Yeniköy'e gitmek tabii!

Aldık kitabı defteri, İstanbul'un en güzel en ışıklı Pazarlarından birini Yeniköy Kahvesi'nde geçirelim diye...

Oturduk çalıştık (!) Güldük en çok tabii, etraftaki bütün sarışınlar hakkında yorum yaptık, zira tam arkamda üç tane vardı, üçü de birbirinden fenaydı!
Simit-kaşar, sıkma portakal, çay derken Yeniköy eşrafından arkadaşlara haber saldık ki gelsinler birazda onları görelim dedik...

Akşam olup hava alacakaranlığa dökülünce de topladık tası tarağı, Takanik'e balık yemeye gittik.

Ah Yeniköy! Gemiler falan... Boğaz olabildiğine lacivert...

Yaşamak bazen çok ışıklı, renkli bir iş...

12 Mart 2011 Cumartesi

Frida & Diego

Abrazoamoroso 1949

Bundan altı ay önce, Eylül 2010'da Viyana'da unutulmaz bir tesadüfle karşıma çıkmıştı Frida Kahlo sergisi. Bugün, her ne kadar Viyana'daki dev boyutuna ulaşamasa da iyi bir kürasyonla gerçekten çok çarpıcı bir Frida sergisi dolaştık... Berlin'de ve Viyana'daki sergilerde yer alan tabloların neredeyse hiçbiri yoktu sergide, diğer iki sergiden en az birini gezmiş herkes için İstanbul ayağının ufak çaplı, tümüyle tadımlık, anı tazelemeye yönelik bir gezi olarak kalacağı su götürmez, ancak Frida'nın fotoğrafları ve tabloları eşliğinde dostlarının insanın yüreğini titreten konuşma kayıtlarının verilmesi kesinlikle sergiyi 2. hatta 3. kez dolaşma hissini verdi insanlara... Frida'yla anılan birçok tablo yoktu sergide. Fotoğraflardan üçü beşi vardı neredeyse. Oysa Viyana sergisini ben koştura koştura 2 saatte bitirememiştim. Zira Frida'ya ait tüm fotoğraflar ve neredeyse eserlerinin tamamı sergileniyordu.

Her şey bir yana beni bugün bu sergiden yüreğimi mengeneye alınmış halde çıkaran tablo Abrazoamoroso ydu.
Dönüp dolaşıp yine onun önünde buldum kendimi... Bırakıp gidemedim. Sanki tabloyu orada bırakıp gitsem bir şeyi sonsuza dek yitirecekmişim gibi. Tabloya bakarken yanımda eksik bir şey varmış gibi. O tabloya bakması gereken biri daha varmış gibi... Buna karşılık ben yanımdakine dönüp tablonun daha önce bir gece yanımda benimle o tabloyu görmesi gereken birine yaptığım okumasını tekrarladım...

"Gecenin karanlığı ve gündüzün ışığı, kötünün ve iyinin, acının ve mutluluğun bir aradalığını anlatır. Frida tüm dünyaya can veren doğayı dişil halde, göğsünden gelen sütle besleyen bir ana olarak betimler. Ve kendi de bir anne gibi önünde çırılçıplak kalan Diego'yu kucağında taşıyıp onu beslemektedir. Bilgeliğin ateşini elinde tutan ve artık üçüncü gözü açılmış Diego'ya bu üstün yanı, dehası nedeniyle aşık olan Frida onu bağrında taşımakta ve Diego'nun ellerinde taşıdığı bilgeliğin ve yaratımın ateşi Frida'ya acı verip yüreğini parçalamaktadır, çünkü içkinlikle biliriz ki yaratıcı insanlar acı verici süreçlere sürükler sevdiklerini... Diego'nun Frida'ya çektirdiği acılar, aldatmalar, terkedişler gibi..  Ama Frida buna rağmen Diego'yu sevmekten ve onun düşüncelerini beslemekten ve ışığından yararlanmaktan vazgeçemez, çünkü evrenin iyi ve kötü yanlarını kabul etmiştir; insanın da iyi ve kötü yanları olduğunu bilir ve Diego'yu mutlu eden ve acı veren her şeyiyle sevmeyi öğrenmiştir... Karşılıklı aldatmalarla, ayrılıklarla ve geri dönüşlerle dolu bu yolculukta Frida ve Diego, yolun sonuna dek bir arada kalmayı sürdürdüler... Bütün bu ızdıraba rağmen..."

Bu tür bir bağlılığa sahip olmak için insan karşısındakinin aydınlık ve huzur veren yanı kadar, karanlık ve parçalayan yanını da aynı ölçüde kabullenmeyi öğrenmek zorunda.

Değer mi buna?
Eğer birlikte yaratabiliyorsanız, her şeye değer.

Aksi haldeyse, iki sokak köpeğinin birbirini boğazlamasından farkı yoktur, zira onlar da bir şey üretmeden sürdürürler kavgayı ve aşkı, siz de.

10 Mart 2011 Perşembe

Kansas City Shuffle - Sağ Gösterip Sol Vurmanın başka dildeki karşılığı




its a blindfold kick back type of a game

called the kansas city shuffle

whereas you look left and they fall right

into the kansas city shuffle

its a they-think you-think you don't know

type of kansas city hustle

where you take your time

wait your turn

and hang them up, and out to dry



its a shakedown switch arrive in town

type of kansas city shuffle

gotta' make both sides and let it ride

on the kansas city shuffle

now the tables turned the lessons learned

you've gotta earn yourself some trouble

revenge like this, never sweet-

you've got yourself a long ride home


7 Mart 2011 Pazartesi

Özgür İrade ve Kader


David & Elise

Kader inancı olanlardan değilim, en azından dine dayalı bir kader inancım yok, buna rağmen kaderin bir olaylar serisi olması onu dinle ilişkilendirmenin ötesinde bir şey.
Kader, ufacık esintilerin domino taşlarını birbiri üstüne devirmesi gibi bir dalga boyu etkisi gerçekten de... suya bir damla düşer ve oldukça geniş bir alanda o değişim dalga dalga hissedilir...
The Adjustment Bureau, yani Türkçe'ye çevrilen adıyla Kader Ajanları işte bunu anlatıyor. Ben film yorumcusu değilim, sadece filmdeki hikâyeden herkesin anladığı başka şeyler kısmının bana ait olan, beni etkileyen kısmını paylaşarak hikâyeye biraz daha değer katılabileceğine inanıyorum...

plan
Film kader kadar mantık ve duygular arasındaki çizgiye dairdi belki de... Ajanlar David Norris'i eğer Elise'den vazgeçerse kaderinde Başkanlık olduğunu ve Elise'in de dünyaca ünlü bir dansçıya dönüşeceğini bunları engellememesi gerektiğini söyleyerek iknaya çalışıyordu, sevdiği kadından kendi başkanlığı için değil, ama onun hayalleri için vazgeçen David, bir noktada tam da hep düşünüp itiraf edemediğimiz bir konuşmayı yapıyor kendi kader yönlendiricisine: "Onunla karşılaşmadan önce kaderim olan kitlelere seslenmek, kazanmak bana anlatılamaz bir coşku ve mutluluk veriyordu, kaybetsem de kazanmak için devam edecek gücü de.. Oysa Elise'i gördüğümden beri kariyerimdeki bu muazzam yükseliş, bu sevgi seli bana hiçbir şey ifade etmiyor, onu düşünmekten vazgeçemiyorum."
Ve sonra Kader Ajanları'nın atladığı bir şey olduğu ve büyük planın değişmek zorunda olduğu bir tarihten önce ikilinin aslında kaderinin birlikte olmak olduğu ortaya çıkıyor, ve onlar da bunu bilmeden birlikte olmaları gerektiğini hissederek değiştirmeye çalışıyorlar, ama plan bir kez değişmiş olduğu için ayrılmak zorundalar ve ajanlar kaderi gerçekleştirmek için büyük bir mücadeleye başlıyorlar...
Daha fazla anlatmak istemiyorum, ama düşünmedim değil, belki ben de herkesin doğru adam dediği 3,5 senelik sevgilimden ayrılmamalıydım, mantık sınırlarını zorlayan başka bir ilişkiye dalıp onu sürdürebilmek için kadere karşı bir inada girmemeliydim, çünkü bu yapmayı çok istediğim şeylerden feragât etmeme neden olacak bir ilişkiydi. Devam etmek hayatımdaki tüm yerleşmiş domino taşlarını devirmek demekti, bitirmekse çizilmiş büyük planın doğru halde işlemesini sağlayacaktı: Ajanlarımız iyi çalışmış olmalı.

Belki de benimki fazla romantik bir çıkarım. Gereksizce duygusal.
Ya da kimbilir? belki de gerçekten kazandılar.

"Hoşçakal"

Adjustment Bureau - Sinemaya Gitmek Üzerine



Sinemaya benim kadar sıklıkla tek başına giden nadir insan vardır.. Hayatım boyunca 100 defa sinemaya gittiysem eminim bunun 85'i hatta daha fazlası yalnız başıma gittiğim filmlerdir.. Öyleki bazen arka arkaya 3 filme yine yalnız başıma girdiğim sapkınlık dönemlerim vardır, bütün paramı sinemaya akıttığım dönemler... Kusursuz bir sinemasever miyim? Hayır, sadece yalnız başına o koltuklardan birine gömülüp ve hatta mümkünse bir filmin son gösterim günlerine ya da izlenmeyen filmlere gidip o boş salonda başka bir hayatın içine girip kendim olmaktan vazgeçebildiğim tek yer olduğu için ben o salonları seviyorum... Kıyıda köşede kalmış sinemaların yine az izlenen filmleri sayesinde koca salonda tek başıma film izlemişliğim de hayli çoktur. Kesinlikle psikoloğa verilen paraya yetişemez sinemaya verdiğiniz para, ama daha işe yarar bir terapi bulamayağınıza dair bahse girebilirim!

Dahası:
Tek başıma gidiyorum sinemaya; çünkü ben sinemada mısıryiyengiller familyasına ait değilim.. asla mısır, cips, cola alıp girmem içeri, alanı sevmem. Film izlerken asla konuşmam, konuşanı sevmem. Film çıkışı "çok iyiydi, çok kötüydü" dışında çok fazla yorum yapılmasını sevmem, çünkü çok iyi ya da çok kötü olduğu zaten bellidir, lakin diğer ayrıntılar sindirilmeden ne hakkıyla övülebilir bir film ne de yerilebilir... Hem her hikayeden herkesin görüp anladığı başka şeydir.
Ve her daim boş sıraları seçmeye çalışırım önümde ve yanımda insan olmamasına özen gösteririm ki yalnızlık duygusunu iyice hissedebileyim, arkamda ne olup bittiği o sırada beni hiç ilgilendirmez zaten...


Sinemaya tek iki koşulda yalnız gidilmeyeceğini düşünürüm, ya gerçekten çok fazla yalnız kalmışsınızdır ve herkes gibi sinemayı sosyalleşme aracı (ki tam bir saçmalık) olarak kullanmak gafletine bile bile düşmek istersiniz ki normal olabilin arada bir ya da hayatınızda biri vardır ve filmler ona bazen anlatamadığınız şeyleri anlatmak için kısa ve etkili bir yoldur, çünkü özdeşleştirmek için filmlerden iyisini bulamazsınız. Mesela bu akşam gittiği filme yalnız gitmemeyi istiyordum, ama gerek kalmadı birine bir şey anlatmama.


Her neyse bu akşam önce daha evvel bu filmi birlikte izleyelim dediğim biri olduğu için filme tek başıma gitmek istemedim, arkadaşlarımdan bazılarına teklif götürdüm, şans o ya kimse müsait değildi o saatte. Ben de sen yolundan sapma sinema yalnız izlenince güzel olan tek şey dedim ve salona o özenle seçtiğim önü ve kendisi bomboş E sırasının 6 numarasına oturuyordum ki! İki otuzlu yaşlarındaki genç adam yanıma kuruldular ve ben bilet alırken yan koltuklarımın boş olup olmadığını sordular, boştu diyince de bizim yerlerimiz çok kötüydü buraya oturabilir miyiz yanınıza dediler ve oturdular. Böylece koca boş sırada dip dibe 3 kişi olduk birlikte gelmiş gibi. Zira az sonra mısırlarını ve kolalarını çıkardılar ve sürekli konuşmaya başladılar... Başta işimiz var demiştim ama sonra herkesi kendi haline bıraktım, çünkü film fazla iyiydi (benim için) ve o arada bana fazladan aldıkları mısırı verip teşekkür ettiler.. Yemem ben sinemada mısır! diyemedim tabii, susturmak için aldım.


Film bitti ve ayaklandı herkes, ben yine tüm o huzursuz eden bakışlara rağmen istifimi bozmadan Songs başlıklı soundtrack bölümü gelene dek jenerik izlemeye devam ettim, notlarımı aldım. Zira aynı işi evde filmin adı ve müziklerini google da aratıp yapabilirdim, ama jenerikle akan o theme müziğinin tadını o salondan ve filmin bıraktığı duygulardan kopmadan aynı hazda başka hiçbir yerde dinleyemezsiniz.. Tiyatroda da bu aynıdır.. Kullanılan o müziği bulur dinlersiniz ama asla oyunda duyduğunuzdaki hazzı yakalayamazsınız. Ben hala otururken mısır hediye eden koltuk arkadaşım geri dönüp bana eğildi ve bir soru sorabilir miyim dedi ve "sinemaya hep mi yalnız gelirsiniz?" diye sordu. "evet" cevabının üzerine de tuhaftır hayranlıkla bakıp tekil ikinci şahıs kullanarak çok farklı olduğumun zaten hemen anlaşıldığını ve harika olduğumu söyleyip gitti.. Dağılmış egolarımda ufak bir tamir yapsa da benim aklım hala filmin bana anlattıklarındaydı...
Özgür irade için savaşmak diye bir şey mümkün müydü?

5 Mart 2011 Cumartesi

Güneş

viyana'da eylül'ün en güzel hûzmelerinden biri bulutların ardından gelmişti..

Öyle uzun zamandır günışığı sızmadı ki gözbebeklerimden, artık sona doğru geliyorum diye düşündüm. Bir süre daha görmezsem Güneşi bu kez yataktan bile çıkamayacaktım biliyorum. RadioChopin'i açmış çalışmak için odaklanma çabama rağmen Shumann'ın notalarını tekrar edip durmaktan öteye geçemediğim şu dakikalarda birden aydınlandı oda, başımı çevirdim ve kahveli kremli yatak örtüme düşen iki uzun ışık hûzmesine kapılıverdim... Öyle özlemişim ki ışık hûzmelerini, sanki kımıldasam kaçacaklarmış gibi nefes bile almadan gözümü ışıklarını bahşettikleri yere diktim... Sonra çıkarıp başımı pencereden gökyüzünün, bir tane bile buluta yer vermeden maviyi alabildiğine gösterdiğine şahitlik ettim, derin bir nefes aldım ve hep tam zamanında döngüsünü tamamlayan doğaya ve onu bize veren evrene şükrettim:

Hoşgeldin Bahar, doğduğum ayı bana yine getirdin ve silkinip yeniden dirilmeme izin verdin!

Olimpiyalılar: QATAR'DA AKIL KAPIŞMASI!

Olimpiyalılar: QATAR'DA AKIL KAPIŞMASI!: "Elina Danielian Spor deyince akla ilk gelen fiziksel efor olsa da sporun tanımı zihinsel eforu belki de daha çok içeriyor. Türkiye'de hep..."